Tarih boyunca dünyamız farklı kültürlere ve medeniyetlere evsahipliği yapmıştır. Her medeniyet, benimsediği dünya görüşünün şekillendirdiği kendine has değerleriyle ve kurumlarıyla diğerlerinden farklılaşır. İnsanlık tarihi bizlere bu alanda sayısız örnekler sunar. Bu açıdan bakıldığında İslâm medeniyetinin hayırseverlik anlayışıyla diğer medeniyetlerin önüne geçtiğini söyleyebiliriz. Bu anlayış ise medeniyetimizin alâmet-i fârikasını oluşturan vakıf kurumunun gelişmesine zemin oluşturmuştur.
İslâm dini, sosyal adaleti ve barışı, toplumsal dayanışmayı sağlamaya yönelik hayır yapma, sadaka verme gibi prensiplere son derece önem vermiştir. Bu konudaki dini emir ve tavsiyeler, bencil (egoist) bir kişilikten ziyâde başkalarını kendisine tercih eden, kişisel kazanç ve faydadan çok toplumun menfaatlerini ön planda tutan diğergam (altruist) bir insan tipinin geliştirilmesini hedeflemektedir. Kur’an-ı Kerim’de birçok âyet-i kerîmede hayır yapmak ve sadaka vermek konusunda emir ve teşvikler yer almaktadır. Hz. Peygamber (S.A.V.)’in hadîs-i şeriflerinde de bu konuyla ilgili tavsiye ve teşvikler yer aldığı gibi bizzat Hz. Peygamber başta olmak üzere ashâb-ı kirâmdan çok sayıda kişinin bu doğrultuda uygulamalarına da şahit olmaktayız. Siyer, hadis ve İslâm tarihi kaynaklarında konuyla ilgili birçok uygulama örneğini görmekteyiz.
Hayır yapma ve sadaka verme anlayışının kurumsal bir kimlik kazanmasıyla ortaya çıkan vakıflar, fertlerin sahip oldukları serveti toplumun ihtiyaç duyduğu farklı alanlarda hizmete dönüştüren bir yapı olarak İslâm toplumlarında merkezi bir yer edinmişlerdir. İslâm tarihinin ilk yıllarından itibaren günümüze kadar önemini ve işlevini sürdüren bir kurum olarak karşımıza çıkan, vakıflar sosyal hayatın hemen her alanında faaliyet gösteren, birçok toplumsal ihtiyacın karşılanmasında rol oynayan bir kurum olmuştur. İslâm medeniyetinin tezahürleri açısından bakıldığında farklı alanlardaki kurumsal altyapının oluşumunda, varlığını sürdürmesinde ve hizmetlerinin etkin bir şekilde yürütülmesinde vakıf kurumu önemli bir işlev yüklenmiştir. Bu nedenle, İslâm medeniyetinden bahsedilirken bazı tarihçilerin vakıf kurumunun önemini vurgulamak amacıyla bir vakıf medeniyetinden söz etmeleri son derece isabetli bir tespittir.
Vakıf benzeri kurumların İslâm öncesinde farklı topluluklarda da varlığı bilinmektedir. Ancak bunların sınırlı bir alanda ve daha çok mabetlerin veya dini yapıların bir uzantısı şeklinde ortaya çıktıkları ve faaliyetlerini bu çerçevede sürdürdükleri anlaşılmaktadır. İslâm toplumlarında ise vakıf kurumu sadece dini alanla sınırlı kalmayarak toplumsal hayatın farklı alanlarına nüfuz eden ve önemli katkılar sağlayan bir kurum haline gelmiştir.
İslâm tarihinde ilk vakıfların daha ilk dönemde, bizzat Hz. Peygamber tarafından kurulduğu bilinmektedir. Hz. Peygamber sahip olduğu Fedek arazisini fakirlerin istifadesine tahsis ettiği gibi ashâb-ı kirâmdan da birçok kişi onu örnek alarak vakıflar oluşturmuştur. Medine’nin su ihtiyacının karşılanması için kuyuların satın alınarak vakfedilmesi, Mescid-i Nebevî’nin ve yanıbaşında bir eğitim kurumu olarak bizzat Hz. Peygamber’in kurduğu Suffe’nin ihtiyaçlarının karşılanması, sefere çıkmaya hazırlanan ordunun teçhiz edilmesi, hacıların yol boyunca ve Mekke’de ihtiyaç duydukları birtakım hizmetler kurulan vakıflar vasıtasıyla karşılanır hale gelmiştir.
Asr-ı saadette ilk örnekleri ortaya çıkan bu kurumsal yapılanma daha sonraki dönemlerde de varlığını ve gelişmesini sürdürmüştür. İslâm tarihi boyunca Müslümanların yaşadığı topluluklar ekonomik güçleri nispetinde irili ufaklı binlerce vakıf kurarak insanların hizmetine sunmuşlardır. İslâm dünyasında günümüzde de devam eden bu gelenek neticesinde vakıf kurumu ve onun temelini oluşturan hayır ve sadaka anlayışı İslâm medeniyetinin önemli bir vasfı olmuştur.
Vakıf kurumu İslâm tarihi boyunca önemli gelişmeler kaydetmiş, Emeviler, Abbasiler, Memlükler, Karahanlılar ve Selçuklular dönemlerinde yaygın bir kurum haline gelmiştir. Uygulamada görülen bu yaygınlık konunun hukuki açıdan da ele alınmasını sağlamış, fıkıh ilmi içinde ayrı bir başlık altında vakıf hukuku oluşturulmuştur. Fıkıh kitaplarında genellikle “kitâbü’l-vakf” veya “ahkâmü’-l-vakf” gibi başlıklar altında incelenen vakıf hukuku ile ilgili olarak müstakil eserler de kaleme alınmış, konuyla ilgili zengin bir literatür oluşmuştur.
İslâm toplumlarında vakıflar vasıtasıyla birçok alanda ihtiyaç duyulan hizmetler gerçekleştirilmiştir. Bu hizmetler başta eğitim olmak üzere sağlık, altyapı ve bayındırlık, her türlü hayır hizmeti, dini ve kültürel hizmetler ve şehircilik hizmetleri gibi başlıklar altında toplanabilir. Bu alanlarda insanlara hizmet veren kurumlar hayır sahipleri tarafından oluşturulan vakıflar tarafından kurulmuş ve yine ilgili vakıfların sağladığı desteklerle hizmetlerini kesintisiz bir şekilde sürdürme imkanı bulabilmişlerdir. Bu çerçevede İslâm dünyasında başta medreseler olmak üzere her seviyedeki eğitim kurumları; dârüşşifâ gibi sağlık kurumları; câmi, mescit gibi dini hizmet veren müesseseler; kütüphane, tekke gibi dini ve kültürel hizmetler veren kurumlar vakıflar tarafından oluşturulmuş; şehirlerin yol, su, köprü vb. altyapı ihtiyaçları vakıflarca karşılanmıştır. Aynı şekilde vakıflara gelir getirmek için oluşturulan ve akarât-ı mevkûfe olarak adlandırılan çarşı, dükkan, ev, han, hamam ve imalathaneler de şehirlerin ticari ve sınâî altyapısını oluşturmakta, mesken ihtiyacının karşılanmasını sağlamaktaydı.
Osmanlılar kendilerinden önceki İslâm toplumlarının birikimini tevarüs etmekle kalmamış, vakıf kurumunu hem uygulamada hem de hukuki açıdan daha da geliştirmişlerdir. Vakıflar mevcut işlevlerine ilaveten Osmanlı döneminde önceki İslâm toplumlarında olmayan birtakım fonksiyonlar da üstlenmişlerdir. Osmanlılar tahsisat vakıfları ve aile vakıfları (zürrî vakıflar) gibi farklı vakıf türlerini yaygın bir şekilde uygulamanın yanında icâreteyn, gedik gibi uygulamaları geliştirmişlerdir. Bunun yanında Osmanlılara özgü bir vakıf türü olarak karşımıza çıkan para vakıfları vasıtasıyla da bir yandan vakıf hizmetlerinin daha da genişlemesine imkan sağlanırken diğer taraftan da fertlerin nakit ve kredi ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için meşru/legal bir kurumsal yapı oluşturulmuştur.
Para vakıfları vasıtasıyla vakıf kurumu aynı zamanda bir finans kurumu ve sosyal güvenlik ve yardımlaşma kurumu fonksiyonunu da üstlenmiştir. İktisat tarihçileri para vakıfları ile günümüzde farklı bir model olarak geliştirilen özel finans kurumları ve katılım bankaları arasında birtakım benzerliklere işaret etmektedirler. Buna ilaveten, özellikle toplumsal dayanışma yönü öne çıkan ve son yıllarda uygulamada başarılı örnekleri görülen mikro finans konusu ile para vakıfları arasındaki benzerlik de dikkat çekicidir.
Osmanlılar, dini ve kültürel hizmetlere, eğitim, sağlık ve bayındırlık hizmetlerine merkezi devlet bütçesinden herhangi bir kaynak ayırmamışlardır. Bütün bu hizmetler devletin en üst makamında yer alan padişahdan sıradan vatandaşa kadar toplumun bütün bireylerinin gönüllü katılımı ile vakıf geleneği içinde sürdürülmüştür. Vakıf geleneğinin ortaya koyduğu eserlerin en güzel örneklerini daha çok padişahların ve yüksek dereceli devlet adamlarının ya da diğer saray mensuplarının himmetleriyle kurulan külliyeler oluşturmaktadır. Osmanlı tarihinde kendi adına bir vakıf kurmayan padişah, devlet adamı veya saray mensubu yok denecek kadar azdır. Bunların önemli bir kısmı da külliye olarak ifade edilen kombine bir hizmet müessesesi şeklindedir.
Mimar Sinan’ın elinde Vâlide-i Atik, Süleymaniye, Selimiye gibi örnekleriyle mimarinin zirvesine ulaşan külliyelerin şehirlerin oluşmasında ve şehir hayatının işleyişinde oynadıkları rol itibariyle de önemle incelenmesi gerekmektedir. Bünyesinde yer alan kurumları ve işleyişini sağlayan vakıflarıyla çok yönlü ve çok fonksiyonlu bir manzume teşkil eden külliyelerin şehirlerin çekirdeğini teşkil ettiği ve şehir hayatında ihtiyaç duyulan temel ihtiyaçların karşılanması için gerekli altyapıyı oluşturdukları görülmektedir.
Vakıfların sahip oldukları yapılar genellikle iki ana kategoride değerlendirilir. Birinci grupta yer alan yapılar vakfın gelir kaynaklarını teşkil eden ve aynı zamanda ticari, sınai, sıhhi vb. faaliyetlere altyapı oluşturan çarşı, bedesten, han, hamam gibi kurumlardır. Bunlara akarât-ı mevkûfe adı verilir. İkinci grupta ise cami, mektep, medrese, imaret, dergah, darüşşifa vb’den oluşan ve dini-kültürel faaliyetlere, eğitim ve sağlık hizmetlerine altyapı oluşturan müesseseler yer almaktadır ki, bunlara da müessesât-ı hayriyye denilir. Birinci grupta yer alan akarât-ı mevkûfeden elde edilen gelirler vakfın gelir kaynağını oluşturmakta, ikinci grupta yer alan müessesât-ı hayriyyenin faaliyetleri bu kaynaktan elde edilen gelirlerle finanse edilmekteydi.
Külliyelerin kuruluşunda mali kaynak ilgili vakfın kurucusu tarafından karşılanmaktaydı. Bu noktada konunun bir devlet politikası olarak da benimsendiği ve desteklendiği, yapılan tahsislerle de teşvik edildiğini söyleyebiliriz. Vakıf kurucuları tarafından birtakım gelirlerin tahsisi ve vakfı suretiyle kurulan bu vakıflar bünyesinde külliyenin bağımsız ve kendi kendine yeten bir iktisadi bütün oluşturarak faaliyetlerini devam ettirdiği görülmektedir. Vakfiyede ortaya konulan şartlar çerçevesinde idari bağımsızlığa da sahip bulunan vakıflar eliyle hizmetler etkin bir şekilde yürütülebilmekteydi.
Külliyelerin merkezinde ibadet ve eğitim mahalli olan camiler yer almaktadır. Camiler halkın günlük ibadetlerini ifa ettiği bir mekan olmanın yanında medrese öğrencilerinin ders gördüğü bir örgün eğitim kurumu ve halka açık muhtelif programlarıyla da bir yaygın eğitim kurumu olma özelliği taşımaktadır. Camilerin geniş bir personel kadrosuyla hizmet verdikleri ve dini atmosferin canlı bir şekilde yaşatılmasında önemli bir hareketliliğe yol açtığı görülmektedir. Cami içinde imam, hatip, müezzin gibi görevlilerin yanında ihdas edilen birtakım görevlerle de hem dini hayat canlı tutulmuş hem de istihdama katkıda bulunulmuştur. Yine külliye bünyesinde yer alan başta cami olmak üzere medrese, mektep ve tekkelerde ilim ve kültür hayatının canlı bir ortam bulduğu görülmektedir. Medrese öğrencilerinin bütün iaşe ve ibate masrafları karşılandığı gibi kendilerine ayrıca cep harçlığı da verilmekteydi. Müderrislerin (öğretim elemanlarının) da oldukça yüksek ücretlerle istihdam edildikleri ve ilmi ve kültürel hayatın vakıfların sağladıkları imkanlar çerçevesinde uygun bir gelişme zemini bulduğu görülmektedir.
Medrese ve mektepler külliyenin ayrılmaz bir parçası olan eğitim kurumlarıdır. Bu kurumlarda her seviyede eğitim ve öğretimin gerçekleştirildiği görülmektedir. Darülhadis, darülkurra gibi dini ilimlere yönelik ihtisas medreseleri, tıp eğitimi yapılan ve sağlık hizmeti verilen darüşşifalar da külliyelerin bir parçasıydı. Darüşşifa, darülafiye, darüttıb, bimarhane gibi isimlerle anılan sağlık kuruluşları hastaların muayene ve tedavilerinin ücretsiz olarak gerçekleştirildiği kurumlardır. Bu kurumların geniş ve eğitimli bir kadro ile hizmet verdikleri görülmektedir. Medresenin bir parçası olarak ya da müstakillen oluşturulan kütüphaneler de burada zikredilmesi gereken önemli bir unsurdur.
İmaret denilen aş evleri ise külliye bünyesinde bulunan müesseselerin personeline, medrese öğrencilerine ve halktan ihtiyaç sahiplerine yemek verilen mekanlardır. İmaretlerin titiz bir şekilde işletildiği ve vakfiyede belirlenen standartların muhafazasına çalışıldığı görülmektedir.
Külliye bünyesinde yer alan tabhanelerin birer misafirhane hüviyetinde olduğu görülmektedir. Tekke, zaviye, dergah gibi isimlerle anılan müesseseler ise geniş halk kitlelerine belli bir usul çerçevesinde moral eğitimin verildiği, bunun yanında edebiyat, musiki, güzel sanatların gelişmesine uygun zeminin oluşturulduğu mekanlardır.
Zikredilenlere ilaveten vaktin tayinine hizmet eden muvakkithaneler, personelin barınma ihtiyaçları göz önünde bulundurularak oluşturulan meşruta binaları, kuyu, çeşme, sebil, şadırvan gibi su tesisleri de külliye bünyesinde sayılması gereken unsurlardır.
Zikredilen unsurlarıyla külliyelerin şehir hayatında merkezi bir yerinin olduğunu söyleyebiliriz. Külliyeler, yeni kurulan bir yerleşim yerinin ya da mevcut bir şehrin gelişmekte olan kesimlerinde ihtiyaç duyulan hizmetler için oluşturulmaktaydı. Kurulan bir külliyenin çevresi kısa zamanda gelişerek önemli bir yerleşim yeri haline gelmekteydi. İstanbul’un fethinden sonra kurulan Fatih Külliyesi bunun tipik bir örneğini teşkil eder. Fatih Külliyesi’nin kurulmasıyla birlikte etrafının kısa zamanda geliştiği ve mamur bir hale geldiği görülmektedir.
Külliyeye ait vakfın gelir kaynaklarını teşkil eden çarşı, kapalıçarşı, bedesten, han, dükkan, imalathane gibi mekanlar bulundukları mahallin ticari ve sınai ihtiyaçları için gerekli altyapıyı oluşturarak önemli bir katkı sağlamaktaydı. Ticaret ve zenaat ehli, makul bir kira ile dükkan açabildiği gibi buralardan elde edilen kira gelirleri de vakfın hizmetlerini yürütmesi için gerekli mali kaynağın önemli bir kısmını oluşturmaktaydı.
Gelir kaynakları arasında ciddi bir pay sahibi olan ve mesken olarak kullanılan gayrimenkullerin de bulunması külliyelerin şehrin mesken ihtiyacını karşılaması açısından da önemli bir fonksiyon icra ettiğini göstermektedir. Meşruta olarak kullanılan evler de dikkate alındığında vakıf sisteminin bu konudaki katkısının daha da arttığı görülecektir. Buna medrese öğrencilerinin barınmasına tahsis edilen medrese odalarını da ilave etmek gerekir ki bu takdirde vakıf sisteminin konut ve barınma meselesinin hallinde merkezi bir role sahip olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Külliyeler bulundukları yerlerde bir iktisadi cazibe merkezi olarak da önemli katkıda bulunmuşlardır. Ticari ve sınai faaliyetlere altyapı oluşturan çarşı, bedesten, imalathane gibi yapıların yanında bizzat vakıf bünyesinde istihdam edilen personel ve bunların aileleri ile birlikte ikamet ettikleri alan düşünüldüğünde önemli bir iktisadi hareketliliğe zemin hazırlandığı görülecektir. Bazı vakıfların istihdam ettiği personel sayıları binden fazladır ki bunların aileleriyle birlikte kendi döneminde orta boy bir kasaba teşkil ettikleri söylenebilir. Bunun yanında külliyeye ait binaların tamir ve bakımı, temizlik ve aydınlatma gibi ihtiyaçları, imaret mutfağının ihtiyaç duyduğu erzak gibi hususların da iktisadi faaliyetlerin artışına ve çeşitliliğine yol açması kaçınılmazdır.
Yürütülen bütün faaliyetlerin vakıf görevlilerince icra edildiği ve masraflarının vakıf tarafından karşılandığı hususu dikkate alındığında vakıfların iktisadi boyutu daha iyi anlaşılacaktır. Bu noktadan bakıldığında külliyelerin bünyesinde barındırdığı kurumlar vasıtasıyla eğitim, sağlık, kültür ve imar faaliyetlerinin finansmanında önemli bir yeri olduğu görülecektir. Buna irili ufaklı binlerce vakfın katkısını da ilave ettiğimizde vakıf sisteminin günümüzde devlet eliyle yürütülen ve mali krizlerin sebepleri arasında sayılan pek çok hizmetin finansmanını gerçekleştirdiği ve bu hususta devletin katkısına ihtiyaç bırakmadığı söylenebilir.
Bu noktada vakıf sisteminin faydalarını şu şekilde sayabiliriz:
Halkın başta eğitim ve sağlık olmak üzere yukarıda sayılan hizmetlerden ücretsiz olarak istifadesi sağlanmaktaydı. Bu hizmetlerin finansmanı vakıf kaynaklarıyla karşılandığı için devletin bu alanlardaki yükü önemli ölçüde hafifletilmiştir. Maddi imkanı yerinde olan kişilerin de gönüllü katılımıyla vakıf sistemi devamlı surette gelişme imkanı bularak artan ihtiyaçların yine vakıflar tarafından karşılanması mümkün olabilmiştir.
Vakıfların idari ve mâlî açıdan bağımsız olması nedeniyle faaliyetlerinin daha etkin bir şekilde yürütülebildiğini söyleyebiliriz. Bu durum sosyal hayatta çalkantılara yol açabilecek derin siyasî ve iktisadî krizlerin etkilerini de en aza indiren bir işleyişe imkan vermiştir. Dolayısıyla da toplumun genelinde ve fertlerin gündelik hayatlarında siyasî ve iktisadî krizlerin etkilerinin vakıflar sayesinde daha az hissedildiğini söyleyebiliriz.
Bunun yanında vakıflar kâr imkânı düşük olan, şahısların ilgi duymadığı kültür, eğitim, sağlık, imar gibi alanlardaki boşluğu doldurarak toplumun ihtiyaç duyduğu bu tür hizmetlerin sağlıklı bir şekilde yürütülmesinde de önemli bir rol katkı sağlamışlardır.
Prof. Dr. Tahsin Özcan
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Kaynak: Uluslararasıiyilik