Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.
Modern zamanlarda âdeta küresel bir köye dönüşen dünyamızda bilim ve teknoloji alanında baş döndürücü gelişmeler yaşandı. Ulaşım hizmetlerinde büyük kolaylıklar sağlandı. Kitle iletişim araçları olabildiğince yaygınlaştı. İş, ticaret, eğitim ve benzeri amaçlarla gerçekleştirilen seyahatler gittikçe çoğaldı. Dünya nüfusu 8 milyarı aştı. Köyden kente göçün durmaksızın devam etmesi neticesinde yerküremizde milyonların yaşadığı metropoller, megapoller oluştu.
Bu arada modern dünya, tarihî tecrübeleri fazla dikkate almadan kendi değerler dünyasını inşa etti. Bu değerler dünyası içinde kendi hayat tarzını, kurumlarını, insan ilişkilerini, dilini üretti. Geçmişe dair ne varsa, bugüne dair ne elde ettiyse hepsini bu yeni zihniyete arz etti. Ancak hayata bakışı hikmet ve merhamet değil, güç ve menfaat eksenliydi. Bu yüzden pozitivizm ve hümanizmin görece dünyası içinde sürekli bir çatışma kültürü meydana geldi. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, soğuk savaş dönemleri, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslarda yaşanan trajediler, insanlığın son asırlarda yaşadığı büyük acılardır. Bilhassa son yıllarda Arakan’da, Filistin’de, Irak’ta, Suriye’de ve Yemen’de yaşanmakta olan şiddet ve çatışma ortamı insanlığın vicdanını sızlatmaya devam etmektedir. Tüm bu savaş, çatışma, işgal ve soykırımlar nedeniyle zorunlu yer değiştirmeler ve göçler yaşandı ve halen de yaşanmaya devam ediyor.
Dünyanın sınır kavramını unuttuğu ve alabildiğince çalkalanıp alt üst olduğu günümüzde, farklı din, dil, ırk, renk, ülke, kültür, inanç, mezhep ve meşrebe sahip insanlar, tarihte hiç görülmemiş bir yoğunlukta bir arada yaşamaya başladı. Küresel ölçekte bilimsel, teknolojik, ekonomik, siyasi, dinî ve kültürel etkileşimler yaşandı. Bu durum pek çok problemin yanında “öteki” problemini, yani ötekini tanıma, kabullenme ve onunla bir arada yaşama problemini beraberinde getirdi. Artık aynı toprağı, suyu, havayı paylaşan insanlar arasında saygıya dayalı sağlıklı bir iletişim örüntüsü kurmak; kendi yaşamı adına diğerinin yaşama hakkını elinden almayan, hukuka ve ahlaka riayet ederek birlikte yaşamayı başarabilen toplumlar inşa etmek gerekiyordu.
Her ne kadar insanlık birlikte yaşama konusunda ciddi bir birikime sahip olsa da, sürekli demokrasiden, insan hak ve özgürlüklerinden, çoğulculuktan ve çok kültürlülükten söz edilse de, dünyamızda medeniyetler, dinler ve kültürler arasında çatışma senaryoları, yabancı düşmanlığı, ırkçılık, ayrımcılık, ötekileştirme, asimilasyon ve izolasyon politikaları bir türlü sona erdirilemedi. Savaşlar, işgaller, şiddet ve terör eylemleri, çatışmalar, istibdatlar, soykırımlar, sömürgecilik ve zulüm durmaksızın devam etti.
Her ne kadar farklılıklardan kaynaklanması muhtemel çatışmaların önlenmesi adına uluslararası sözleşmeler imzalanmış, uluslararası kurum ve kuruluşlar ihdas edilmişse de bütün bu girişimler, dünyamızdaki farklılıkların tamamını kuşatmadığı ve de dinî, ahlaki ve kültürel alt yapı ile desteklenmediği için barış, huzur ve kardeşlik yolunda istenen neticeler bir türlü alınamadı.
Dolayısıyla bugün birlikte yaşama konusunda genelde insanlığın özelde ise Müslüman toplumların karşılaştıkları sorunların çözümü için seferber olunmasına; dinlerin, özellikle de son hak din olan İslam’ın bakış açısının ortaya konmasına; tarih boyunca Müslümanların bu konuda geliştirdikleri hukukun bilinmesine; tarihî tecrübenin günümüze yansıtılmasına ve birlikte yaşama ahlakı konusunda bir bilinç oluşturulmasına ihtiyaç vardır.
Hiç şüphesiz İslam, farklılıkların bir arada barış ve huzur içinde yaşamalarına dair ahlak ve hukuk ilkelerini belirlemiş yegâne dindir. İslam’ın “öteki” anlayışı, farklılıkların bir kimlik olarak muhafaza edilip yaşatılmasını öngörür. Kur’an-ı Kerim, farklılıkları Allah’ın ayetleri olarak değerlendirir (Rûm, 30/20.) ve insanların kavimlere, kabilelere, ırklara ayrılmasının hikmetini “teâruf” kavramıyla izah eder. (Hucurat, 49/13.) Buna göre yeryüzünde dillerin, renklerin, etnik yapıların farklı farklı oluşu, ötekini tanıma, bilme ve kabullenme anlamına gelen tearufu gerektirir. İnsan, farklılıkların ilahi kudretin, hikmetin ve sınavın birer parçası olduğunu (Maide, 5/48.) idrak etmeli, erdemli ve faziletli bir duruşla bir arada yaşama hedefine ulaşabilmelidir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanından günümüze İslam toplumları, Müslüman olmayan toplumlarla ilişkilerinde her zaman belli ölçüleri gözetmiştir. Bu ölçüleri belirleyen bizzat Kur’an ve Hz. Peygamberin (s.a.s.) sünnetidir. Kerim Kitabımızda dini kabul noktasında insanlara baskı yapılmasını yasaklayan ayetler bulunması (Bakara, 2/256; Yunus 10/99; Kehf 18/29.), başka din ve inanç mensuplarına anlayış gösterilmesini gerekli kılmaktadır. Allah Rasulü (s.a.s.) döneminde Hristiyanlarla ilk ilişkiler, Müslümanların Habeşistan’a hicretiyle; Yahudilerle ilk ilişkiler ise bizzat Hz. Peygamberin (s.a.s.) Medine’ye hicretiyle başlamıştır. Medine İslam toplumunda üç ilahi dinin mensupları arasında örnek ilişkiler kurulmuş, antlaşmalar imzalanmış, birlikte yaşama hukuku geliştirilmiş ve bu hukuk Medine Vesikası ile yazılı hâle getirilmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Hulefa-yı Raşidin döneminde Müslüman olmayanlar, azınlık statüsünde değerlendirilmeyip asli unsur olarak kabul edilmiş, yapılan antlaşmalarda her ferde din ve vicdan hürriyeti tanındığı açık bir şekilde belirtilmiştir. Buna göre dinî eğitim, öğretim, ayin ve ibadetler ile mabetler, inanç hürriyetinin gereği olarak hukukun güvencesi altına alınmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.s.) ve ashabının temellerini attıkları birlikte yaşama hukuku tek taraflı bir süreçte gelişmemiş, diğer din mensuplarının da bu anlayışa katkıları olmuş, bu sayede başta Anadolu olmak üzere Endülüs’ten Hindistan’a, Afrika’dan Asya’ya İslam coğrafyasının dört bir köşesinde örnek toplum modelleri ortaya konulmuştur. Farklı millet, kültür ve dinlerin kavşak noktaları olarak nitelendirebileceğimiz Kudüs, Şam, Bağdat, Kahire, İskenderiye, Kurtuba, Üsküp, Saray Bosna, Antakya, Edirne, Bursa, Mardin, İstanbul gibi İslam şehirleri, hoşgörünün, anlayışın, saygının hüküm sürdüğü huzur ve barış merkezleri olmuşlardır.
Üzülerek belirtelim ki, birlikte yaşama kültürüne dair teorik ve pratik birikimimize rağmen bugün hâlâ farklılıkları kabullenme meselesi, en büyük toplumsal problemlerimizden birisidir. Hâkim gücün farklılıkları aza indirme, hatta tamamen kaldırmaya yönelik gizli ya da açık baskısı küresel bir mesele olarak karşımızdadır. Batı toplumlarında var olan “farklılıklarla birlikte yaşama zafiyeti” Müslümanlara karşı İslamofobi kaynaklı nefret söylemleri, ayrımcılık politikaları ve camilere yönelik saldırı girişimleri ile gün yüzüne çıkarken, İslam toplumlarında da mezhepçilik, meşrepçilik, ırkçılık, ideolojik ayrımcılık sebebiyle iç çatışmalar yaşanmakta, masum canlar katledilmekte, şehirlerin tarihî ve kültürel dokusu yok edilmektedir.
Her türlü olumsuzluğa, saldırıya, oyuna, strateji ve plana rağmen Müslümanlar olarak, Kur’an-ı Kerim’in ve son peygamberin (s.a.s.) çağlar üstü örnekliğini esas almakla mükellef olduğumuzu burada bir defa daha hatırlamakta fayda mülahaza ediyorum. İslam ümmeti, bir taraftan çağı doğru okuyan, diğer taraftan da dinin sahih bilgisini günümüze taşıyarak vazgeçilmez değerlerine sahip çıkan bir bilinç düzeyine eriştiğinde şiddet sarmalından kurtulacaktır. İslam’ın medeniyetler inşa eden eşsiz ilkelerine, tarihte bu ilkelerin üzerinde yükselen model toplumlara, onların farklılıkları çatışma ve yıkım sebebi değil, gelişme ve zenginleme fırsatı olarak nasıl değerlendirdiğine odaklandığımız zaman, coğrafyamız yeniden selam ve eman yurdu hâline gelecektir. Ülkemize, gönül coğrafyamıza ve insanlığa barış, huzur, esenlik, merhamet, şefkat, adalet ve fazilet aşılamanın yolu, birlikte yaşama hukukunu ve ahlakını yeniden yaşanır kılmaktan geçmektedir.
Diyanet İşleri Başkanı