Hicretin Yedinci Senesi

Peygamberimizin, Hükümdarları İslâma Daveti

Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) dini ve dâveti umumidir. Hitabı, bütün insanlığadır. Diğer Peygamberler gibi bir kavme, bir kabileye, bir millete veya bir bölgeye münhasır değildir.

Cenâb-ı Hak, bir çok âyet-i kerimede bu hususu beyan buyurmuştur:

“De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın gönderdiği peygamberim…”1

Buna binâen Peygamber Efendimizin dâveti elbette yalnız bazı Arap kabilelerine, bir takım insanlara ve belli bölgelere münhasır kalamazdı. Bütün insanlığa bu imân ve İslâm dâveti sesinin duyurulması gerekiyordu.

Bunun için, Hudeybiye Sulhü sonrası en müsait bir zamandı. Zira, anlaşma gereğince 10 yıl harp yapılmayacaktı.

Hicretin 7. senesi, Muharrem ayı idi. Peygamber Efendimiz, birgün Ashab-ı Kiramı toplayarak şöyle buyurdu:

“Allah, beni bütün insanlara rahmet olarak gönderdi. İslâmı yayma hususunda bana yardımcı olun! Havarilerin Meryem oğlu İsâ’ya muhâlefetleri gibi, siz de bana karşı muhalefette bulunmayın!”

Sahabîler, “Yâ Resûlallah! Havariler, Hz. İsa’ya (a.s.) nasıl muhalefet etmişlerdi?” diye sordular.

Kâinatın Efendisi Peygamberimizin hükümdarları İslâmâ dâvet eden nâme-i saadetlerinden (mektuplarından) biri

Resûl-i Ekrem şöyle izah etti:

“Benim sizi dâvet ettiğim vazifeye, o da Havarilerini dâvet etmişti. Ancak onun yakın yere gönderdiği kimseler isteyerek gidip selâmete eriştiler. Uzak yere göndermek istedikleri kimseler ise, gitmekten kaçındılar. İsâ (a.s.), bu durumu Allah’a arzetti ve şikâyette bulundu.

“Gitmeye üşenenlerin her biri, gönderilecekleri milletlerin dillerini konuşur oldukları halde sabahladılar. İsâ (a.s.), onlarak, ‘Bu, Allah’ın sizin için kesinleştirdiği, ve ehemmiyet verdiği bir iştir. Haydi gidiniz!’ demişti. Onlar da gitmişlerdi!”1

Bunun üzerine Sahabîler, “Yâ Resûlallah,” dediler, “biz sana bu hususta yardımcı olacağız, Bizi arzu ettiğin yere gönder” dediler.2

Kim nereye ve kime gönderildi?

Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, İslâma dâvet maksadıyla Ashabından:

1) Dihyetü’l-Kelbî’yi Rum kayseri1 Heraklius’a,

2) Amr bin Ümeyye ed-Demrî’yi, Habeş necaşîsi Ashame’ye,

3) Abdullah bin Huzâfe’yi İran kisrâsı Hüsrev Perviz’e,

4) Hatıb bin Ebî Beltâa’yı Mısır firavunu Mukavkıs’a,

5) Salit bin Amr’ı, Yemâme valisi Havza bin Ali’ye,

6) Şuca’ bin Vehb’i Gassân meliki Münzir bin Hâris bin Ebî Şemir’e gönderdi.2

Gönderilen elçinin hepsi de gönderildikleri memleketlerin dillerini biliyorlardı. Peygamber Efendimiz, bu elçilerine, mezkûr hükümdarlara verilmek üzere birer mektup da yazarak teslim etti.

Mektupları yazdığı sırada, Sahabîler hükümdarların mühürsüz mektup okumadıklarını bildirince Resûl-i Ekrem Efendimiz, gümüşten bir mühür üzerine alt alta gelmek suretiyle şu şekilde imzasını da yazdırdı:

“Allah

“Resûl

“Muhammed”3

Kâinatın Efendisi bu yüzüğünü vefâtına kadar takmıştır. Vefâtından sonra sırasıyla, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman takmışlardır. Günün birinde Hz. Osman’ın elinden Eris Kuyusuna düşerek kaybolmuştur. Kuyunun bütün suyu çektirildiği halde, bir türlü bulunamamıştır.4

* * *

Habeş Necaşisinin İslâma Davet Edilmesi

Hicretin 7. senesi, Muharrem ayı idi. Peygamber Efendimiz, ilk önce Amr bin Ümeyye’yi, eline şu mektubu vererek, Habeş Necaşîsi Ashame’ye gönderdi.

“Bismillahirrahmanirrahim! Allah Resûlü Muhammed’den, Habeş Meliki Necâşiye!

“Ey Melik! Müslüman olmanı dilerim. Ben senin namına, Lâ ilâhe illâ Hû, Melik, Kuddûs, Selâm, Mü’min, Müheymin olan Allah’a hamd ü senâ ederim.

“Ve şehâdet ederim ki, Meryem’in oğlu İsâ, Allah’ın kulu ve Kelime’sidir. Allah, O Kelime’yi (ki, İsâ’ya vücud veren “Kün” hitabıdır) ve o ruhu ve çok temiz ve afif olan ve dünya hayatından tamamıyla çekilmiş bulunan Meryem’e nefhetti. Bu surette Meryem, İsâ’ya hamile kaldı. Böylece Allah, İsâ’yı yarattı.

“Nasıl ki, Âdem’i de Allah, kudret eliyle ve bir mu’cize olarak yaratmıştır.

“Ey Melik!

“Seni; eşi, ortağı olmayan bir tek Allah’a imâna ve Ona ibâdete, bana uymaya ve Allah tarafından bana gönderilenlere inanmaya dâvet ediyorum. Çünkü, ben Allah’ın bunları tebliğe memur elçisiyim.

“Seni ve halkını Aziz ve Celil olan Allah’a imana dâvet ediyorum.

“Şimdi ben size İslâm hakikatlarını tebliğ ettim ve nasihatta bulundum. Siz de nasihatımı kabul ediniz!

“Selâm hidâyete tâbî olanlara olsun.”1

Medine’den Habeşistan’a gitmek üzere yola çıkan elçi Amr, ayrıca şu vazifeleri de yerine getirecekti:

a) Daha evvel oraya hicret etmiş bulunan Müslümanları Medine’ye göndermesini Necaşîden istemek,

b) Müslüman muhacirler arasında bulunan Hz. Ümmü Habibe’nin Peygamberimize nikâhlanmasını Necaşîden talep etmek.

Habeşistan’a varan elçi Amr (r.a.), Necaşîye Peygamber Efendimizin mübârek mektubunu takdim etti.

Necaşî, Peygamberimizin mektubunu hürmetle eline aldı, gözlerine sürdü ve öpüp başına koydu. Sonra da adamlarına okutturdu. Mektubun okunması sona erince, tahtından indi ve mütevazi bir edâ ile yere oturdu. Sonra şehâdet getirerek Müslümanlığını açıkladı. “Eğer, yanına gidebilmem mümkün olsaydı, muhakkak giderdim,”1 dedi. Sonra da, “O, Ehl-i Kitap olan Yahudi ve Nasranîlerin, geleceğini bekleyip durdukları Ümmî Peygamberdir. Musâ Peygamber ‘Merkebe biner’ diyerek İsâ Peygamberin geleceğini müjdelediği gibi, İsâ Peygamber de ‘Deveye biner’ diyerek Muhammed Peygamberin geleceğini öylece müjde vermiştir.2 “Keşki şu saltanata bedel Muhammed-i Arabî’nin hizmetkârı olsaydım. O hizmetkârlık, saltanatın pek fevkindedir”3 diyerek ilâve etti.

Necaşî Ashame, daha sonra fil kemiğinden yapılmış bir kutu getirip, Efendimizin mektubunu içine koydu ve, “Bu mektuplar, kendilerinde bulundukça Habeşlilerde hayır ve bereket eksilmeyecektir”4 dedi.

Resûl-i Ekrem Efendimizin bu mektubuna benzeyen bir mektubun, halen Şam’da bir şahsın elinde olduğundan bahsedilmektedir. Mezkûr şahıs, bu mektubu bir Habeş pazarından aldığını söylemiştir.

Verilen bilgilere göre; mektup, takriben 23×33 ebâdında bir deri üzerine kahverengi mürekkeple yazılmıştır.

Mektubun 17. satırının sonunda yuvarlak mühür izi vardır. Bu mühür, 2,5 cm çapındadır ve aşağıdan yukarıya doğru “Muhammed” bir satır, “Resûl” bir satır, “Allah” da bir satır olmak üzere üç satır halindedir.1

Amr bin Âs’ın Necaşîden isteği

Kureyşin siyâset adamı Amr bin Âs o sırada Habeşistan’da bulunuyordu. Amr bin Ümeyye’nin Necaşînin huzuruna girip çıktığını gördü. Buna çok kızdığı gibi, bir fırsatını bulup Hz. Amr’ın vücudunu ortadan kaldırmayı bile tasarladı. Bu maksatla bir gün Necaşînin huzuruna çıktı ve şöyle dedi:

“Ey hükümdar! Senin yanına birinin girip çıktığını görüyorum ki, o bize düşman bir adamın elçisidir. Onu bana teslim et de öldüreyim.”

Bu teklif Necaşîyi fena halde kızdırıp hiddete getirdi. Elinin tersiyle Amr’ın burnuna kuvvetli bir darbe indirdi. O anda Amr, burnunun kırıldığını zannetti.

Necaşî, daha sonra hiddetli bir şekilde şöyle dedi:

“Sen, Mûsâ Peygambere gelmiş olan Nâmûs-ı Ekberin (Cebrâil) kendisine vahiy getirdiği bir zâtın elçisini öldürmek için sana vermemi istiyorsun, öyle mi?”

Amr, “Ey hükümdar,” dedi, “gerçekten o, bir peygamber midir?”

Necaşî şu cevabı verdi:

“Yazıklar olsun sana, ey Amr! Sen, benim sözüme kulak ver de ona hemen tâbi ol. Çünkü, yemin ederim ki, o, hak üzeredir ve kendisine karşı koyanları mağlup edecektir—Musâ Peygamberin Firavuna ve ordusuna galebe çaldığı gibi.”

Artık, Amr’ın hidâyete erme zamanı gelmişti. Necaşîye, “Sen, benim ona İslâmiyet üzere bîatımı alır mısın?” diye teklifte bulundu.

Necaşî, teklifini kabul etti. O da Peygamberimiz nâmına Necaşîye İslâmiyet üzere bîat etti. Fakat, bu imânını arkadaşlarından gizli tuttu. Hicretin 7. yılında Habeşistan’da İslâmiyetle şereflenen Amr bin Âs, bir sene sonra Hicretin 8. senesinde Medine’ye gelip Hz. Resûlullahın huzurunda imanını izhar edecektir.

Müslüman olduğunu çekinmeden açıklayan Habeş Necaşîsi Ashame, elçi Amr bin Ümeyye’ye bir mektup verdi. Mektupta Hz. Resûlullahın isteklerini yerine getirdiğinden bahsediyordu. Ayrıca kendisine kıymetli hediyeler de gönderdiğini haber veriyor, arzu ettikleri takdirde kendisinin de yanına gelebileceğini açıkça ifâde ediyordu.1

Ümmü Habibe’nin Peygamberimize nikâhlanışı

Ümmü Habibe (r.a.), Kureyşin reisi Ebû Süfyan’ın kızı idi. Dininin gereklerini serbestçe yaşayabilmek için kocası Ubeydullah bin Cahş ile Mekke’den Habeşistan’a hicret etmişti. Ubeydullah, sonradan Hıristiyanlığa girdiği halde, Ümmü Habibe sebât etmişti. Bir müddet sonra da Ubeydullah ölünce dul kalmıştı. Bu esnada rüyâsında Ubeydullah’ın kendisine “Ey Ümmü’l-Mü’minin” diye seslendiğini görmüştü. Bunu da Hz. Resûlullahın kendisi ile evleneceği şeklinde te’vil etmişti.2

Arap kadınları dengini bulmadıkça evlenmezlerdi. Hz. Ümmü Habibe de gurbet diyarında dengini bulup evlenemediğinden zor bir durumda kalmıştı. Böyle, dini uğrunda vatanından uzak ve akraba ve taallûkatından ayrı olarak kimsesiz kalan şerefli bir kadının taltifi elbette gerekiyordu. Bunun için de Resûl-i Ekrem Efendimiz onunla evlenmeye talib olmuştu.

Peygamberimiz bunu gerçekleştirmeyi Necaşîden istemişti. Necaşî de Efendimizin bu arzusunu yerine getirip Hz. Ümmü Habibe’yi ona nikâhladı.1

Hz. Resûlullahın, Hükümdar Ashame’den bir arzusu da Müslüman muhacirleri Medine’ye göndermesi idi. Ashame, bu isteği de yerine getirdi. Başlarında Hz. Câfer’in bulunduğu muhacirleri gemilere bindirerek Medine’ye gönderdi.2

* * *

Heraklius’un İslâma Davet Edilmesi

Hicretin 7. senesi, Muharrem ayı. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Ashabdan Dihye bin Hâlife el-Kelbî’ye de bir mektup vererek ona da Rum Kayseri Heraklius’u İslâma dâvet etmek üzere, göndermişti. Mektup şu meâldeydi:

“Bismillahirrahmanirrahim. Resûlullah Muhammed’den Rûm’un büyüğü Hirakl’e!

“Hidâyet yoluna tâbi olanlara selâm olsun! Bundan sonra, (Ey Rûm milletinin büyüğü) seni, İslâma dâvet ediyorum.

“Müslüman ol ki, selâmette bulunasın. Müslüman ol ki, Allah senin ecrini iki kat versin. Eğer bu dâvetimi kabul etmezsen, yoksul çiftçilerin, bütün tebaânın günâhı senin boynunadır.

“De ki, ‘Ey kitap ehli olan Hıristiyanlar ve Yahudiler! Sizinle bizim aramızda müşterek bir söze gelin. Allah’tan başkasına ibâdet etmeyelim, Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim.’ Eğer onlar yüz çevirirlerse, siz deyin ki, ‘Şâhid olun, biz Müslümanlarız.’” (Âl-i İmrân Sûresi, 64.)1

Dihye (r.a.), Rum hükümdarı Heraklius’a Resûlullahın mübârek mektubunu kısa zamanda ulaştırdı.

Mektup okunurken, hükümdarın alnında ter damlaları boncuk boncuktu.

“Süleyman Peygamberden sonra, ben böyle ‘Bismillahirrahmanirrahim’ diye başlayan bir mektup görmedim” dedikten sonra, mektubu öpüp başına koydu. O anda hiçbir şey izhar etmedi. Araştırıp soruşturmayı daha uygun buldu.

Ebû Süfyan ile Heraklius karşı karşıya

Araştırıp soruşturma kararı veren Heraklius, etrafına, “Peygamber olduğunu söyleyen şu kişinin kavminden buralarda kimse yok mudur?” diye sordu.

O sırada ticâret münasebetleriyle Ebû Süfyan Kureyş’ten bazı adamlarla Şam’da bulunuyordu. Onu arkadaşlarıyla alıp yine o sırada Şam’da bulunan Kayserin huzuruna getirdiler. Hâdisenin geri kalan kısmını Ebû Süfyan şöyle anlatmıştır:

“Hirakl’in huzuruna girdik. Bizleri önüne oturttu ve tercüman vasıtasıyla, ‘Peygamber olduğunu söyleyen bu zâta neseben en yakın hanginizdir?’ diye sordu.

“‘Neseben en yakınları benim’ dedim.

“Beni önüne oturttular. Arkadaşlarımı da arkama. Sonra Hirakl, tercümanını çağırdı ve dedi ki:

“‘Bunlara söyle, ben peygamber olduğunu söyleyen o zât hakkında bu adamdan bazı şeyler soracağım. Bu bana yalan söylerse siz onu tekzib ediniz.’

“Vallahi, arkadaşlarım tarafından yalanımın öteye beriye yayılmasından korkmasaydım, Peygamber hakkında o zaman muhakkak yalan uydururdum.”

Sonra da hükümdarla, Ebû Süfyan arasında sorulu cevaplı şu konuşma geçti:

“Sizin içinizde, onun nesebi nasıldır?”

“İçimizde onun nesebi pek büyüktür.”

“Ecdadı içinde bir melik var mıdır?”

“Hayır.”

“Peygamberlikten evvel, onu hiçbir yalan ile ittiham ettiniz mi?”

“Hayır.”

“Ona kimler tâbi oluyor? Halkın ileri gelenleri mi, yoksa fakir kimseler mi?”

“Daha çok halkın zaif ve fakirleri tâbi oluyor.”

“Ona uyanlar artıyor mu, yoksa eksiliyor mu?”

“Eksilmiyor, bilâkis artıyorlar.”

“Onlardan, onun dinine girdikten sonra, beğenmeyip dininden dönen var mı?”

“Hayır, yoktur.”

“Kendisinin hiç sözünde durmadığı, ahdini bozduğu vâki midir?”

“Hayır, vâki değildir. Fakat biz şimdi onunla bir müddet için çarpışmayı bırakarak muâhede yapmış bulunuyoruz. Bu müddet içinde ne yapacağını bilmiyoruz. Bu yoldaki ahdini bozmasından korkuyoruz.”

Ebû Süfyan sonraları, “Vallahi, verdiğim cevaplara bu sözden başka birşey ilâve etmek imkânını bulamadım” diyecektir.

“Onunla hiç harp ettiniz mi?”

“Evet, ettik.”

“Yaptığınız savaşlar nasıl neticelendi?”

“Harp talii aramızda nöbet nöbet olur. Bazen o bize zarar verir, bazen biz ona.”

“Sizden, ondan önce peygamberlik iddiâsında bulunmuş bir kimse var mıdır?”

“Hayır, yoktur.”

“O, size neler emrediyor?”

“Yalnız bir Allah’a ibâdet etmeyi ve Ona hiç bir şeyi ortak koşmamayı emrediyor. Atalarımızın tapmış bulundukları şeylerden de bizi nehyediyor. Namaz kılmayı, doğru olmayı, kimsesiz ve fakirlere sadaka vermeyi, haram olan şeylerden sakınmayı, ahdinde durmayı, emâneti sahibine vermeyi, akrabalarla ilgilenmeyi ve onları görüp gözetmeyi emrediyor.”

Bütün bunlardan sonra, Heraklius, tercümanı vasıtasıyla Ebû Süfyan’a şöyle dedi:

“Nesebini sordum, içinizde yüksek neseb sahibi olduğunu beyân ettin. Peygamberler de zaten böyle kavimlerinin en soyluları içinden seçilip gönderilirler.

“Ben babaları ve dedeleri içinde bir melik gelip gelmediğini sordum. Sen, ‘Hayır yok’ dedin. Eğer babalarından, dedelerinden bir melik olsaydı, ‘Bu da babalarının mülkünü geri isteyen bir kimsedir’ diye hükmederdim.

“Ben peygamberlik iddiâsında, ondan önce içinizde bulunanın olup olmadığını sordum. ‘Hayır, yoktur’ diye cevap verdin. Eğer, ondan önce bu sözü söyleyen biri olsaydı, ‘Bu da belki kendisinden önce söylenmiş bulunan bir söze ittibâ etmek istemiş bir kimsedir’ diye düşünürdüm.

“Ben, ona kimlerin tâbi olduklarını sordum. Sen, ‘Ona tâbi olanlar halkın zaifleridir’ dedin. Peygamberlere tâbi olanlar da hep zaten öyle olurlar.

“Ben peygamberlik davasında bulunmadan evvel, onun bir yalan söylemiş olup olmadığını sordum. Sen, ‘Hayır’ dedin. Ben ise, kat’i olarak bilmekteyim ki, insanlara karşı yalan söylemeyi irtikâb etmemiş bir kimse, Allah’a karşı da yalan söylemez.

“Ben, ‘Onun dinine girdikten sonra, beğenmeyip dininden geri dönenler var mıdır?’ diye sordum. Buna da, ‘Hayır’ cevabını verdin. Îmân da böyledir. Îmânın icabı olan iç ferahlık ve neşe kalbe karışıp kökleşince böyle olur.

“Benim, ‘Onlar artıyor mu, yoksa eksiliyor mu?’ soruma sen; ‘Artıyorlar’ cevabını verdin. İmân keyfiyeti tamamlanıncaya kadar hep bu minval üzere gider.

“Ben, ‘Onunla hiç savaştınız mı?’ diye sordum. Sen, savaştığınızı, savaş neticesinin nöbet nöbet değiştiğini, bazen onun size, bazen sizin ona zarar verdiğinizi söyledin. Zaten diğer peygamberler de hep böyledir. Onlar belâlara uğratılırlar. Ama, sonra da güzel ve makbul âkıbet onların olur.

“Ben, ‘O zât ahdini bozar mı?’ diye sordum. Sen, ‘Sözünde durmamazlık etmez’ dedin. Peygamberlerin hâli budur. Hiç bir zaman verdikleri sözde durmamazlık etmezler.

“Ben, ‘O size neler emrediyor?’ diye sordum.

“Sen, ‘Onun Allahü Teâlâya ibadet etmeyi, Ona hiç bir şeyi eş ve ortak koşmamayı size emrettiğini’ söyledin. Bütün bu anlattıkların peygamberlerin vasıflarıdır.

“Eğer o zat hakkında bu söylediklerinin hepsi doğru ise, şüphesiz o bir peygamberdir. Zaten ben, bir peygamberin çıkacağını biliyordum. Fakat sizden çıkacağını tahmin etmezdim.”1

Bu karşılıklı konuşmadan sonra da, Heraklius açıkça şöyle dedi:

“Eğer, onun yanına gidebileceğim mümkün olsaydı, kendisiyle buluşmak üzere her türlü zahmete katlanırdım. Yanında olsaydım, hizmet ederek, ayaklarını yıkardım. Yemin ederek söylüyorum ki, onun mülkü, iktidarı şu ayaklarımın altında bulunan yerlere muhakkak gelip ulaşacaktır.”2

Bu sözlere muhatap olan Ebû Süfyan’ı bir korku ve telaş sardı. Dışarı çıkıp arkadaşlarına, “İbni Ebî Kebşe’nin1 işi gerçekten gittikçe büyüyor. Şu muhakkak ki, Benû Asfar hükümdarı bile ondan korkmaktadır”2 dedi.

Heraklius’un îmânı

Rum hükümdarı Heraklius artık beklenen peygamberin, Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.) olduğu kesin kanaatına varmıştı. Kavmine, “Geliniz ona tâbi olalım. Dünya ve âhirette selâmete erelim” dedi. Ancak, Heraklius’un bu dâveti netice vermedi. Hattâ Rumların hiddetine sebep oldu.

Bunun üzerine Heraklius, îmân ettiği halde dünya saltanatı için îmânını gizli tutma yolunu tercih etti.3

Hz. Dıhye’nin Dağatır’a gitmesi

Hayatına son verilmekten ve saltanatının elinden alınmasından korkup imanını izhar edemeyen Heraklius, Hz. Resûlullahın elçisi Dihye’ye (r.a.) Hıristiyan âlimlerinin büyüklerinden biri olan Uskuf Dağatır’a gitmesini tavsiye etti. Ayrıca ona vermek üzere bir de mektup yazdı.

Dihye (r.a.), mektubu alıp Heraklius’un yanından ayrıldı.

Zaten Peygamber Efendimiz de Dağatır’a bir mektup yazıp Hz. Dihye’ye vermişti. Bu mektubunda Uskuf Dağatır’a şöyle hitap ediyordu:

“Îmân edenlere selâm olsun!

“Hiç şüphesiz, Meryem oğlu İsâ, Allah’ın pâk ve nezih Meryem’e ilka ettiği Rûh’u ve Kelimesi’dir.

“Ben, Allah’a ve Allah tarafından bize indirilenlere, İbrahim’e İsmail’e, İshak’a, Yakub ve torunlarına indirilenlere, Musa’ya ve İsâ’ya verilmiş olanlara ve bütün peygamberlere Rableri tarafından verilenlere inanırım.

“Biz, onlardan hiç birini diğerlerinden ayırt etmeyiz, hepsinin peygamberliğine inanırız. Biz Allah’a itâat eden Müslümanlarız.

“Hidâyete tâbi olanlara selâm olsun.”1

Hz. Dıhye, Dağatır’ın yanına gitti ve kendisini İslâmiyete dâvet etti.

Büyük Hıristiyan âlimi Dağatır şöyle dedi:

“Vallahi, senin sahibin Allah tarafından gönderilmiş hak bir peygamberdir. Biz onun vasıflarını biliyoruz. İsmini de kitaplarımızda yazılı bulmuşuz.”2

Sonra îmân ederek Müslüman oldu ve durumunun Resûl-i Ekrem Efendimize bildirilmesini Hz. Dıhye’ye tembihledi.

Uskuf Dağatır, her Pazar günü toplanan Hıristiyanlara kıssalar anlatıp nasihatlarda bulunduktan sonra, bir sonraki Pazara kadar evine kapanırdı.

Hz. Dıhye ile görüştükten sonraki Pazarda Hıristiyanlar toplanıp onun çıkmasını beklediler. Ancak, Dağatır, hastalığını bahâne ederek çıkmak istemedi.

Hıristiyanlar, “Ya o çıkar, ya da biz onun yanına gireriz. Şu Arap geleliden beri, biz vaziyetinden hoşlanmıyoruz” diye haber gönderdiler.

Bunun üzerine Dağatır odasına girdi. Üzerindeki siyah elbiseyi çıkarıp, bembeyaz bir elbise giydi. Sonra asâsını eline alıp kilisede toplanmış bulunan Hıristiyan halkın yanına vardı. Çekinmeden ve cesurca, “Ey Rum topluluğu! Bize, Ahmed Peygamberden bir mektup geldi. Bizi Yüce Allah’a dâvet ediyor” dedikten sonra, ilâve etti: “Ben, şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. Ahmed de Allah’ın kulu ve Resûlüdür.”

Dağatır’ın Hz. Resûlullahın peygamberliğini böylesine pervasızca haykırışına Rumlar öldürücü darbelerle karşılık verdiler ve onu orada şehid ettiler.1

Hz. Dıhye’nin Medine’ye dönmesi

Bütün bu olup bitenlerden sonra Hz. Dıhye, Heraklius’un Peygamberimize yazdığı bir mektup ve birçok hediyelerle Medine’ye doğru hareket etti. Yolda eşkiyalar tarafından yakalanıp kıymetli hediyeler elinden alındı.

Medine’ye varan Hz. Dıhye, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna çıktı. Olup bitenleri ve yolda başından geçenleri anlattıktan sonra Heraklius’un mektubunu verdi. Mektupta şunlar yazılı idi:

“İsâ’nın müjdelemiş olduğu Allah’ın Resûlü Muhammed’e, Rum hükümdarı Kayser tarafındandır.

“Elçin mektubunla bana geldi. Şehâdet ederim ki, sen Allah’ın Resûlüsün. Biz, seni zaten yanımızdaki İncil’de yazılı bulmuştuk. İsâ bin Meryem, seni müjdelemişti. Rumları, sana imana dâvet ettimse de yanaşmadılar, kaçındılar. Onlar, beni dinleselerdi, kendileri için şüphesiz hayırlı olurdu.

“Ben, senin yanında bulunup, sana hizmet etmeyi, senin ayaklarını yıkamayı, ne kadar arzu ederdim.”2

Mektup okunup bitince Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şöyle buyurdu:

“Mektubum yanlarında bulundukça, onların saltanatı devam edecektir!”1

Heraklius’un, mektubu saklaması

Resûl-i Ekremin elçisi ve dâvetini son derece güzel karşılayan Rum hükümdarı Heraklius, kendisine gelen İslâma dâvet mektubunu da atlas bir ipeğe sararak, derin saygısının bir tezahürü olarak altın bir borunun içine koyup sakladı.

Rum hükümdarları katında nesilden nesile intikal edegelen bu mübârek mektubu Alfons bin Ferdinand’ın Tuleytula üzerine yürüyüp Endülüs beldelerinden bir çok yerleri eline geçirdiği tarihe kadar (H. 464) onun yanında bulunuyordu. Ondan da torununa intikal etti.

Aynı mektubu Avrupa Kralı yanında gördüğünü Seyfüddin Kılıç da ifade etmektedir. Avrupa Kralının kendisine şöyle dediğinden de bahseder:

“Bu, Peygamberinizin atam Kayser’e göndermiş olduğu mektubudur. Biz, onu bugüne kadar elden ele tevârüs etmekten geri kalmadık. Bize atalarımızdan ve babalarımızdan tavsiye edilmişti ki, bu mektup yanımızda bulunduğu müddetçe, saltanat bizde kalacaktır. Bu sebeple ona son derece hürmet göstermekte ve muhafazasına dikkat etmekteyiz.

“Saltanatımızın devam edip gitmesi için de, onun yanımızda bulunduğunu Hıristiyanlardan saklı tutmaktayız.”2

* * *

Kisrâ’nın İslâma Davet Edilmesi

Hicretin 7. senesi, Muharrem ayı. (Milâdî 628.) Hükümdarları, İslâma dâvet kararı alan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Ashabdan Abdullah bin Huzâfe’yi de İran Kisrâsı Perviz İbni Hürmüz’e elçi olarak gönderdi.

İran’a varıp, saraya kabul edilen Hz. Abdullah bin Huzâfe, Peygamberimizin İslâma dâvet mektubunu bizzat Kisrâ Perviz’in eline teslim etti. Kisrâ mektubu kâtibine okuttu:

“Bismillahirrahmanirrahim!

“Allah Resûlü Muhammed’den, Farsların büyüğü Kisrâ’ya!”

Bu hitap, Kisrâyı son derece hiddetlendirdi. Mektubun devamının okunmasına müsaade etmeden ve muhtevâsını öğrenmeden, “Şuna bak! Benim kulum, kölem olan kişi [Hâşâ!] kalkıyor da bana mektup yazıyor” diyerek Hz. Resûlullahın mübârek mektubunu alıp küstahça yırttı.1

Sonra da haddini aşarak elçi Abdullah bin Huzâfe’ye şöyle çıkıştı:

“Mülk ve saltanat bana mahsustur. Benim bu hususta ne yenilgiye uğramaktan, ne de bana ortak çıkacağından dolayı asla endişem ve korkum yoktur!

“Firavun, İsrailoğullarına hakim olmuştu. Siz onlardan daha güçlü değilsiniz. Sizi derhal hâkimiyetim altına almaya engel olacak ne var? Ben Firavundan daha iyi ve güçlüyümdür”2 diye hitap etti ve onu adamları vasıtasıyla dışarıya çıkarttırdı.

Abdullah bin Huzâfe’nin Medine’ye dönüşü

Hz. Abdullah bin Huzâfe, Peygamber Efendimizin İslâma dâvet mektubunu Kisrâya vermekle vazifesini yerine getirmişti. Bu sebeple, saraydan çıkartılır çıkartılmaz hemen bineğine atlayarak Medine yolunu tuttu.

O sırada Kisrânın öfkesi bir nebze dinmiş olacak ki, onu bulup getirmelerini adamlarına emretti. Ancak, Hz. Abdullah çoktan oradan uzaklaşmıştı.

Medine’ye gelen Hz. Abdullah, Peygamberimizin huzuruna çıktı. Olup bitenleri haber verdi. Peygamberimiz ellerini kaldırarak Kisrâya şöyle beddua etti:

“Yâ Rabbi! Nasıl o benim mektubumu parçaladı, Sen de onu ve onun mülkünü parçala!”1

Bu bedduanın tesiriyledir ki, Kisrâ Perviz’in oğlu Şireveyh hançer ile onu parçaladı. Sa’d İbni Ebî Vakkas Hazretleri ise, İran saltanatını param parça etti. Sasaniye devletinin hiçbir yerde şevketi kalmadı.2

Peygamberimizin gönderdiği mektup

Resûl-i Ekrem Efendimizin İran Kisrâsı Hüsrev Perviz’e gönderdiği İslâma dâvet mektubunun tam metni şu meâldeydi:

“Bismillahirrahmanirrahim! Allah’ın Resûlü Muhammed’den, Farsların Büyüğü Kisrâ’ya!

“Doğru yolda gidenlere, Allah’a ve Peygamberine iman edenlere, bir Allah’tan başka ilah olmadığına, Onun hiçbir ortağı da bulunmadığına ve Muhammed’in Onun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet edenlere selâm olsun!

“Ben, seni İslâma dâvet ediyorum.

“Çünkü ben; bütün insanlara ‘hayatı olan kişilere (gelecek tehlikeleri) haber vermek ve kâfirlere o söz hak olmak için (azap sözü gerçekleşmesi için)’ peygamber olarak gönderildim.

“Müslüman ol ki, selâmete eresin! Eğer, dâvetimden yüz çevirirsen, mecusî kavminin günahı senin boynuna olsun!”1

Kisrânın Yemen valisine emri

Kisrâ, Efendimizin mübârek mektubunu yırtmakla da hiddet ve hırsını dindirememişti. Yemen valisi Bazan’a şu emri verdi:

“Duyduğuma göre, Kureyşten biri ortaya çıkmış, peygamberlik dâva ediyormuş. Sen güçlü kuvvetli adamlarından ikisini gönder. Onu bağlayıp getirsinler.”2

Vali Bazan emri yerine getirmekte gecikmedi. Peygamber Efendimize iki kişi gönderdi. Ellerine de, Efendimizin gidip Kisrâya teslim olmasını emreden bir mektup verdi.

Babeveyh ve Hurre Husre adındaki bu adamlar Medine’ye gelerek Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna çıktılar. Babeveyh, Efendimize hitaben şöyle dedi:

“Kisrâ, vali Bazan’a yazı yazıp seni kendisine götürmek üzere sana adam göndermesini emretti. Bazan da, beni sana gönderdi. Eğer, benimle gelirsen Yemen valisi, Kisrâ’ya senin lehinde mektup yazar, seni bağışlatır.

“Eğer, benimle gelmekten çekinirsen, Kisrâ seni de, kavmini de yok eder, memleketini de yıkar.”1 Sonra da Bazan’ın mektubunu verdi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz Babeveyh’in anlattıklarını ve mektubun muhtevasını öğrendikten sonra gülümsedi. Sonrada onları İslâmiyete dâvet etti.

Elçiler, Efendimizin huzurunda manevî heybetinden dolayı tir tir titriyorlardı. Fakat, bunu hissettirmemek için cesaretli konuşmaya çalışıyorlardı.

Peygamber Efendimiz, “Ne yapmak istediğimi yarın size haber veririm” deyip onları huzurundan çıkardı.2

Ertesi gün Resûl-i Kibriyâ Efendimiz vahiy ile gelen şu haberi onlara iletti:

“Yüce Allah Kisrâya oğlu Şireveyh’i musallat kıldı. Şireveyh, onu filan ayda, filan gecede ve gecenin de filan saatında öldürdü!”3

Bu haber karşısında elçiler, şaşırıp kaldılar.

Peygamber Efendimiz ayrıca onlara hitaben şöyle dedi:

“Bazan’a deyiniz ki: Benim dinim ve hakimiyetim, Kisrânın mülk ve saltanatının ulaştığı yerlere kadar ulaşacaktır.

“Yine ona deyiniz ki: Eğer sen Müslüman olursan, şu anda idare etmekte olduğun yerleri sana vereceğim. Seni Ebnalardan [Güney Arabistanda yerleşen İranlılar] meydana gelen kavme hükümdar yapacağım.”4

Bunun üzerine Bazan’ın adamları Yemen’e döndüler. Olup bitenleri anlatıp, Peygamberimizden görüp duyduklarını naklettiler. Vali Bazan, “Vallahi, bu hükümdar sözü değildir. Öyle sanıyorum ki, bu zât dediği gibi, bir peygamberdir”1 demekten kendini alamadı.

Sonra da adamlarına, “Onu nasıl buldunuz?” diye sordu.

Onlar, “Biz, ondan daha heybetli, hiç bir şeyden korkmayan ve muhafızsız bulunan bir hükümdar görmedik. Mütevazi ve yaya olarak halk arasında yürüyordu!” cevabını verdiler.

Bazan, bir müddet daha beklemeyi uygun buldu. “Kisrâ hakkında söylemiş olduğu sözün neticesini beklemeliyim. Eğer sözü doğru çıkarsa, o gerçekten Allah tarafından insanlara gönderilmiş bir peygamberdir.

“Şayet, dediği doğru çıkmazsa, o zaman gereğini düşünürüz.” dedi.2

Aradan birkaç gün gibi kısa bir zaman geçmişti ki, Kisrânın oğlu Şivereyh’ten Bazan’a şu meâlde bir mektup geldi:

“Ben Kisrâyı öldürdüm! Bu mektubum sana gelince, benim nâmıma halkın bîatını al! Kisrânın sana yazmış olduğu zât hakkında da, yeni bir emrim gelinceye kadar bekle ve hiç bir teşebbüse geçme!”3

Hesap ettiler: Gördüler ki, Perviz’in öldürülmesi, Fahr-i Âlem Efendimizin haber verdiği aynı günün gecesine ve gecenin de aynı saatine rastlıyordu.4

Bazan’ın gönül âlemi bu apaçık mucize karşısında birden aydınlandı.

“Muhammed (a.s.m.), muhakkak, Allah tarafından insanlara gönderilmiş bir peygamberdir” diyerek Müslüman oldu.1 Onu, Yemen’de oturan Ebnâların Müslüman olması takib etti.2

Bazan daha sonra da Müslüman olduklarını Resûl-i Ekrem Efendimize haber verdi. Bu haberi alan Efendimiz, onu San’a valisi tayin etti. Bu, Peygamberimizin tayin ettiği ilk vali idi ve İran valilerinden imâna gelen ilk zâttı.3

Peygamberimizin Kisrâ’ya gönderdiği mektubun aslı

Resûl-i Ekrem Efendimizin Kisrâya gönderdiği mektubun aslı, 1962 yılının Kasım ayı sonlarına doğru, Lübnan Dışişleri Bakanı görevinde bulunmuş olan Mr. Henri Pharaon’un, Dr. Salahaddin el-Müneccid’e okutturmak için başvurması üzerine ortaya çıkmıştır. Vesikayı, Birinci Dünya Harbinin sonunda Henri Pharaon’un babası Şam’da 150 altına satın almış ve mahiyetini bilemediğinden veya açığa vurmak istemediğinden olacak ki, gizli tutmuştur.

Dr. Salahaddin el-Müneccid’in tarif ve tavsifine göre bu mektup, parşömen üzerine yazılmıştır. Ancak zamanla rengi değişmiş ve dokuması eskimiş yeşil bir kumaşa yapıştırılmıştır. Mahfaza, ayrıca camdan bir çerçeve ile muhafaza edilmiş olduğundan, parşömen oraya yapışık kalmıştır.

Parşömen eski ve yumuşaktır, rengi koyu kahverengidir. Sahife kenarları bu sebeple siyahlaşmıştır.

Mektubun boyu 28 cm, eni ise 21,5 cm’dir.

Mektubun ebâdı, ince uzundur. Fakat, üst kısmı alt kısmından daha geniştir.

Mektupta 15 satır vardır ve bunların uzunlukları yerine göre 21,2 cm ile 21,5 cm arasında değişmektedir.

Çizilen satırların altında dairevî bir mühür izi vardır ve bunun çapı 3 cm’dir.

Mektupta, yukarıdan aşağıya doğru akmış su izleri vardır. Bunlar, bazı yerlerde (harfler veya) kelimeleri silmiş, bazı yerlerde mürekkep izini hafifletmiş ve mührün ortasına doğru bulunan (Resûl) kelimesindeki (R) harfi hariç, mühürdeki yazıyı silmiştir.

Mektubun yırtılmış olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, yırtık, başlangıçtaki ufkî üçüncü satırdan bu satırın ortasına kadar gitmekte, sonra dikey olarak onuncu satıra kadar inmekte, böylece yırtık izi tersine bir (L) harfi manzarası arzetmektedir.

Ayrıca bu yırtık, mektubun yazıldığı parşömenden farkedilebilen ve daha sonraki devre ait deriden yapılma ince bir iplikle dikilmiştir.

Mektubun yazı karakteri, Hendek Savaşı sırasında Sel’ Dağındaki grafit kaya üzerine yazılmış bulunan en eski yazı karakterine uymaktadır.1

* * *

Mukavkıs’ın İslâma Davet Edilmesi

Hicretin 7. senesi, Muharrem ayı. (Milâdî 628.) Bu tarihte, Ashabdan Hatıb bin Ebî Beltaa, Peygamber Efendimizden aldığı Mukavkısa hitaben yazılmış İslâma dâvet mektubu ile Mısır’a doğru yola çıktı. Gece gündüz yoluna devam eden Hz. Hatıb, o sırada İskenderiye’de bulunan Mukavkıs’a Resûl-i Ekrem Efendimizin mübârek mektubunu sundu. Hükümdarın okuttuğu mektupta Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) ona hitaben şunları yazıyordu:

“Bismillahirrahmanirrahim! Allah’ın kulu ve Resûlü Muhammed’den Kıbtîlerin büyüğü Mukavkıs’a!

“Hidâyet yoluna uyanlara selâm olsun! Bu duâ ve temenniden sonra ben, seni İslâma dâvet ediyorum. Müslüman ol ki, selâmete eresin. Müslüman ol ki, Allah ecrini, mükâfatını iki kat versin. Eğer, bu dâvetimden yüz çevirirsen, Kıbtîlerin günâhı senin boynuna olsun!

“De ki: ‘Ey kitap ehli olan Hıristiyanlar ve Yahudiler! Sizinle bizim aramızda müşterek bir söze gelin: Allah’tan başkasına ibâdet etmeyelim, Ona hiç bir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim.’ Eğer onlar yüz çevirirlerse, siz deyin ki: ‘Şâhid olun, biz Müslümanlarız.’” (Âl-i İmrân Sûresi, 64.)1

Mektup okunup bitince, Mukavkıs: “Hayırlı olsun” dedi ve elçi Hz. Hatıb’a izzet ikramda bulundu. Sonra da Server-i Kâinat Efendimizin mübârek mektubunu fil dişinden bir kutu içine koyup, kutuyu mühürledi.2

Mukavkıs’ın ikrarı

Bir gece vakti Mukavkıs, Hatıb bin Ebî Beltaa’yı huzuruna çağırttı. Yanlarında sadece tercümanı bulunuyordu. Uzun uzadıya konuştuktan sonra, Mukavkıs sonunda, Müslüman olmadığı halde, Peygamber Efendimizin risâletini ikrar edip şöyle dedi:

“Ben, bir peygamberin geleceğini biliyordum. Lâkin Şam’dan çıkacağını tahmin ediyordum. Çünkü, daha evvelki peygamberlerin çoğu oradan zuhur etmişlerdi.

“Gerçi, son peygamberin, Arabistan’da, sertlik, darlık, yoksulluk ülkesinde çıkacağını da kitaplarda görmüştüm.

“Allah’ın kitabında sıfatlarını yazılı bulduğumuz peygamberin ortaya çıkma zamanı da tam bu zamandır. Fakat, ona uymak hususunda, Kıbtîler beni dinlemezler. Ben, saltanatımdan ayrılmaya da kıyamayacağım.

“O peygamber, memleketlere hâkim olacak, kendisinden sonra da Sahabîleri bu meydanlarımıza kadar gelip yerleşeceklerdir. Sonunda şuradakilere galip geleceklerdir.”1

Bu konuşmasıyla Peygamberimizin risaletini ikrar eden Mukavkıs, ne yazık ki, saltanatı elinden gider endişesiyle ne halkına olup bitenlerden bahsetti ve ne de Müslüman oldu.2 Saltanat, hükümdarlık sevgisi onu iman saadetinden mahrum bıraktı.

Dünya saltanatının sevgi ve muhabbeti gönlünde ağır basıp, iman etmeye yanaşmayan Mukavkıs, bununla beraber Peygamber Efendimize bir mektupla, bazı kıymetli hediyeler ve iki tane de câriye gönderdi.3

Bütün bunlardan sonra Hz. Hatıb bin Ebî Beltaa’yı İskenderiye’den uğurlayan Mukavkıs ona, “Sakın, Kıbtîler senin ağzından tek kelime bile işitmesinler” dedi.1

Mukavkıs’ın gönderdiği iki câriye ve hediyeler

Mukavkıs’ın, Resûl-i Ekrem Efendimize gönderdiği iki câriye Mariye ile kızkardeşi Sîrin idi. Hatıb bin Ebî Beltaa Hazretleri, onlara yolda İslâmiyeti anlattı ve Müslüman olmalarını teklif edince, Müslüman oldular.

Daha sonra Peygamber Efendimiz Hz. Mâriye’yi kendisine nikâhlayıp zevceliğe aldı. Sîrin’i ise şâiri Hassan bin Sabit’e (r.a.) verdi.2

Mukavkıstan gelen diğer hediyeler ise şunlardı:

Ak tüylü iki katırla bir merkep,

Bin miskal altın,

Yirmi kat Mısır işi ince elbise,

Billur bir bardak,

Kokulu bal, misk gibi güzel kokular, v.s.3

Hediye edilen katıra Düldül, merkebe ise Ufeyr adı takıldı.

Mukavkıs’ın ülkesinde beş gün kadar kaldıktan sonra, oradan ayrılan Hatıb bin Ebî Beltaa Medine’ye gelip Resûl-i Ekremin huzuruna çıkarak bütün olup bitenleri anlattı ve Mukavkıs’ın mektubu ile gönderdiği hediyeleri takdim etti.

Mukavkıs, cevabî mektubunda şöyle diyordu:

“Muhammed bin Abdullah’a, Kıbtîlerin büyüğü Mukavkıs’tan. Selâm olsun sana.

“Bundan sonra derim ki: Mektubunu aldım, okudum. Mektubunda zikrettiğin ve beni dâvet ettiğin şeyleri anladım.

“Gelecek bir peygamber daha olduğunu biliyordum. Ancak onun Şam’dan zuhur edeceğini tahmin ediyordum.

“Elçini ağırladım. Sana Kıbtîlerin yanında mevkiileri yüksek iki câriye ile elbiseler gönderdim. Binmen için de sana bir katır hediye ettim. Selâm olsun sana!”1

Mektup okunup bitince Peygamber Efendimiz (a.s.m.), “Bedbaht adam! Saltanatına kıyamadı. Fakat, üzerinde titrediği saltanatı, kendisine kalmayacaktır!”2 buyurdu.

Peygamberimizin Mukavkıs’a gönderdiği mektubun aslı

Resûl-i Ekrem Efendimizin, Mukavkısa gönderdiği mübârek mektupları halen İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi Mukaddes Emanetler Bölümünde muhafaza edilmektedir.

Mektup, Hicretin 1267 senesinde Mısır’ın Ahmim beldesinde bulunan eski bir Manastırdaki Kıbt kitapları arasında olduğu anlaşılmış, bunun üzerine Sultan Abdülmecid Han tarafından satın alınarak İstanbul’a getirilmişti.

Bu mübârek mektup, 16×19 cm ebâdında, kahverengi bir deri üzerine siyah mürekkeple yazılmıştır ve on iki satırdan ibârettir.

Mektubun altında Resûl-i Ekrem Efendimizin mührü bulunmaktadır.

Mektupta yer yer güve yenikleri ve delikleri de vardır.3

* * *

Gassan Hükümdarlarının İslâma Davet Edilmesi

Gassanîler, Suriye’de oturan en güçlü kabilelerden biri idi. Hicretin 7. senesi Muharrem ayında, Peygamber Efendimiz, bu kabilenin hükümdarı Hâris bin Ebî Şimr’i de İslâma dâvet etmek üzere Ashabdan Şuca’ bin Vehb’i bir mektupla gönderdi.1

Şuca’ bin Vehb (r.a.), mektubu alır almaz süratle yola çıktı. Şam’a vardı. Fakat hükümdar Haris’i sarayında bulamadı. Günlerce sarayın kapısında beklemek zorunda kaldı.

Bu arada, hükümdarın kapıcısı ne için geldiğini sorunca, Resûl-i Ekremin Haris’e gönderilmiş elçisi olduğunu söyledi. Sonra da Peygamber Efendimizin sıfatlarını ona anlattı. Kapıcı Mira anlatılanlar karşısında gözyaşlarını tutamadı. “Ben İncil’i okudum. Bu Peygamberin (a.s.m) sıfatlarını onda aynen yazılı buldum” dedi. Sonra da Resûl-i Ekremin (a.s.m.) peygamberliğini tasdik ederek Müslüman oldu. Ancak Hâris’in kendisini öldürmesinden korktuğu için îmânını gizli tuttu.2

Günlerden sonra Hâris, birgün tahtına oturdu. Elçi Şuca’ı kabul etti. Resûl-i Ekremin mektubunu elçi Şuca’ bin Vehb’den alan hükümdar Hâris, açıp bakınca şunların yazılı olduğunu gördü:

“Bismillahirrahmanirrahim! Allah’ın Resûlü Muhammed’den, Hâris bin Ebî Şimr’e!

“Doğru yolda gidenlere, Allah’a iman ve Peygamberini tasdik edenlere selâm olsun! Ben seni, eşi, ortağı olmayan bir Allah’a imana dâvet ediyorum. Dâvetimi kabul edersen, hükümdar olarak yine mülkünde kalacaksın!”1

Bu sözler karşısında Hâris’in tavrı birden değişti. Mübârek mektubu yere atıp hiddetli hiddetli şöyle konuştu:

“Saltanatımı benden kim alacakmış göreyim! O, Yemen’de de olsa, kendisine tâbi olanlarla üzerime gelmeden, ben onun üzerine gideceğim!”2

Sonra da, atlarının nallanmasını adamlarına emretti. Elçi Şuca’ Hazretlerine dönerek, “Git, sahibine gördüğünü haber ver” dedi.

Hükümdar Hâris, Medine üzerine yürümeye kararlıydı. Bunu o sırada Kudüs’te bulunan Kaysere yazdığı mektupta da açık açık belirtiyordu. Ancak Kayserden gelen cevap bu kararın hilâfınaydı. Kayser ona, “Sakın, onun üzerine yürüme” tavsiyesinde bulunuyordu.

Kayserin mektubunu aldıktan sonra Hâris bin Ebî Şimr biraz aklını başına toplamış olacak ki, elçi Şuca’ Hazretlerini ikinci kere huzuruna çağırdı. Ne zaman gideceğini sorduktan sonra da, adamlarına kendisine yüz miskal altın vermesini de emretti.3

Kapıcı Mira, saraydan ayrılıp Medine’ye gitmeye hazırlanan Şuca’nın (r.a.) yanına vardı. Onun için hazırladığı yol azığı ile elbiseyi verdikten sonra, “Allah Resûlüne benden selâm söyle ve Müslüman olduğumu da ona haber ver” dedi.4

Hâris’e yapılan beddua

Şuca’ bin Vehb, Medine’ye geldi. Hz. Resûlullahın huzuruna çıkarak görüp duyduklarını bir bir anlattı.

Hâris’in elçisine ve mektubuna karşı takındığı menfi muameleyi öğrenen Resûl-i Kibriyâ, “Saltanatı yok olsun!”1 diyerek ona beddua etti.

Aradan fazla bir zaman geçmeden, Hicretin 8. yılında bu bedduanın tesiriyle Hâris dünyadan kâfir olarak göçüp gitti ve Gassanî saltanatı Cebele bin Eyhem’e geçti. O ise, Gassanî saltanatının son hükümdarı oldu.2

* * *

Yemâme Emîrinin İslâma Davet Edilmesi

Yemâme hükümdarı Hevze bin Ali, Hıristiyandı. Peygamber Efendimiz, Hicretin 7. senesi Muharrem ayında bu hükümdarı da İslâmiyete dâvet etmek üzere Salit bin Amr’ı vazifelendirdi ve yazdığı bir mektupla onu Yemame’ye gönderdi.1

Mektubu alan Salit bin Amr, durup dinlenmeden yol alarak hükümdarın yanına vardı ve Efendimizin mektubunu ona verdi. Mektubu okuttu. Resûl-i Ekrem kendisine şöyle hitap ediyordu:

“Bismillahirrahmanirrahim! Allah’ın Resûlü Muhammed’den, Hevze bin Ali’ye!

“Doğru yolda gidenlere selâm olsun! Şunu iyi bilmelisin ki: Benim dinim yakında dünyanın en uzak ufuklarına kadar parlayacaktır! Binaenaleyh, ey Hevze! Sen de Müslüman ol ki, selâmete eresin! Ben de, hükmün altındaki memleketin idaresini sana bırakayım.”2

Hevze, bu dâveti kabul edemeyeceğini nazik bir dille ifâde etti. Ancak, Salit (r.a.), bu hareketinin yanlış olduğunu söyleyerek onu dâvete icabete çağırdı. Fakat, Hevze saadet dairesinden uzak kaldı. Şüphesiz, bu uzak kalışta saltanatta kalma arzusu büyük rol oynuyordu. Bunu kendisi de bizzat bir Hıristiyan büyüğüne şöyle ifade etmişti:

“Ben, kavmimim hükümdarı bulunuyorum, ona tâbi olaydım, o takdirde hükümdarlık yapmayacaktım!”3

Bununla birlikte Hevze, Peygamber Efendimize verilmek üzere bir mektupla bir takım hediyeleri elçi Hz. Salit vasıtasıyla gönderdi.

Peygamberimizin Hevze’ye bedduası

Salit bin Amr (r.a.), Medine’ye dönerek Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna vardı. Olup bitenleri anlattıktan sonra Hevze’nin gönderdiği mektubu Efendimize verdi. Hevze mektubunda Efendimize şöyle diyordu:

“Dâvet ettiğin şey çok iyi, çok güzel! Ben, kavmimin hatibi ve şâiriyim! Araplar da benim kavmimden korkarlar! Bana, işinden bazı salâhiyetler ver de sana tâbi olayım!”1

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu yersiz teklif için, “Yerdeki bir hurma koruğunu bile istese, ona vermem” buyurduktan sonra, kendisine tâbi onca insanın hidâyetine de mani olduğundan Hevze’ye, “Elindeki her şey yok olsun” diye beddua etti.2

Bu tarihten bir yıl kadar sonra Cebrâil (a.s) gelip Efendimize Hevze’nin kâfir olarak öldüğünü haber verdi.3

Böylece, Resûl-i Ekrem Efendimiz, gönderdiği elçiler ve dâvet mektuplarıyla cihanşümül İslâm dâvâsını o zamanın bütün devlet reislerine bildirmiş, İslâmın sesini bütün dünyaya duyurmuş oluyordu.

Bu dâvete, o zamanın iki büyük devleti olan Habeşistan ve Bizans hükümdarlarının cevabı gayet müsbet geliyordu. Hattâ Necaşî İslâmla şereflendi. Heraklius ise, Peygamberimizin hak peygamber olduğunu anladığı halde sadece dünya saltanatı için iman etmekten çekiniyordu. Aynı şekilde Mısır hükümdarı Mukavkıs da Hz. Resûlullahın elçisi ve mektubunu gayet iyi karşılıyor ve müsbet cevapta bulunuyordu. Bu dâvete muhatap olan Yemame hükümdarı Hevze bin Ali de, Hz. Resûlullahın elçisine gayet iyi muâmelede bulunuyor ve dâveti nazik bir üslupla kabul etmediğini belirtiyordu.

Geri kalan iki kişi ise, bu davete, menfi cevapta bulunuyordu. Hattâ bunlardan biri İran Kisrâı, küstahça Peygamberimizin mektubunu yırtıyordu. Diğer biri olan Gassan hükümdarı Hâris bin Ebî Şimr ise haddini aşarak Efendimizin dâvet mektubunu yere atıyordu.

* * *

Hayber’in Fethi

Hicretin 7. senesi Muharrem ayı sonları. (Milâdî 628.) Hayber, volkanik bir arazi üzerine kurulmuş, kuvvetli ve sağlam yedi kaleye sahip bir şehirdi. Şam yolu üzerinde bulunan bu şehir, Medine’nin kuzey batısına düşüyor ve ona uzaklığı ise yüz mili buluyordu (169 km).

Resûl-i Ekrem Efendimizle olan anlaşmalarını bozmaları sebebiyle Medine’den sürgün edilen Yahudilerin çoğu buraya yerleşmiş ve âdeta burayı Yahudiliğin bir nevi merkezi haline getirmişlerdi.

Daha evvel bahsettiğimiz gibi, Mekke müşriklerini ayaklandırıp, bütün Arap kabilelerini toplayarak Medine üzerine yürütüp Hendek Harbinin patlak vermesine sebep olmuşlardı. Hendek Savaşından sonra da rahat durmamışlar, Peygamberimiz ve İslâmiyet aleyhinde çeşitli iftira ve propagandalarına devam etmişlerdi.

Bunun yanında Mekkeli müşriklerle yeni bir anlaşma da yapmışlardı. Bu anlaşmaya göre; Peygamberimiz şayet Mekke üzerine yürürse Hayberliler de Medine’ye baskın yapacaklar, eğer Hayber üzerine yürürse, Kureyş müşrikleri Medine’ye baskında bulunacaklardı. Ne var ki, bu planları Hudeybiye Anlaşmasıyla neticesiz kalmıştı.

Yine Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekkeli müşriklerle Hudeybiye sulh anlaşmasını imzalamak suretiyle, Medine’yi onlardan gelebilecek tehlikelere karşı emniyet altına almıştı. Ancak, Kuzey tarafı—ki Hayber Yahudilerinin bulunduğu taraftı—henüz emniyetten mahrumdu. Halbuki, bu emniyetin temini İslâmî gelişmenin sürat kazanması bakımından gerekli görünüyordu.

Aynı şekilde, Arabın en büyük ticareti Şam’la idi. Yahudiler ise, bu yol üzerinde bulunuyorlar ve burada bir güç, bir kuvvet olma istidadını gösteriyorlardı. Bu ise, İslâmî gelişme için bir tehlikeden başka bir şey değildi.

İşte bütün bu sebepler Hayber meselesinin bir an evvel hallini gerektiriyordu.

Medine’den hareket

Hayber Gazâsına çıkmaya karar veren Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Ashabına hazırlanmalarını emretti.

Bu arada korkularından Hudeybiye seferine katılmaktan çekinmiş bulunan birçok kimsenin, Hicaz’ın bu en bereketli ve verimli şehri olan Hayber’de elde edilecek ganimeti düşünerek ve ona tamah ederek orduya iştirak etmek istedikleri görülüyordu. “Hayber’e biz de sizinle gidelim” diyorlardı.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şu tâlimatı verdi:

“Allah yolunda, İ’la-yı Kelimetullah uğrunda bihakkın cihad edecek olanlar hazırlansın! Bunların dışında hiç kimse bizimle birlikte gidemeyecektir. Onlara ganimetten de bir şey verilmeyecektir.”1 Bunu, Medine’nin içinde bütün halka da ilân etti.

Hz. Resûlullahın bu emri bize, Allah yolunda cihadın sırf Hakkın rızası gözetilerek, maddî hiç bir karşılık beklemeksizin, hattâ böyle bir şeye niyet dahi edilmeksizin yapılması gerektiğini gayet açık bir şekilde ders vermektedir.

Zaten, İslâm’da harbin ulvî ve nuranî gayesi de: İ’la-yı kelimetullahtır.

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin (a.s.m.) emri üzerine Müslümanlar derhal toplandılar. Sayıları 200’ü atlı olmak üzere 1600 kişiyi buldu.2 Bunlar sadece o anda Peygamber Efendimizle (a.s.m.) birlikte Medine’den hareket edecek olanlardı. Daha sonra, Peygamber Efendimiz Hayber’de bulunduğu sırada içlerinde meşhur Ebû Hureyre’nin de bulunduğu Devs Kabilesinden 400 Müslümanla Habeşistan’dan gelen Muhacir Müslümanlar da orada İslâm ordusuna katılacaklardır.

Ayrıca Medine’den hareket eden İslâm ordusunda Resûl-i Ekrem’in zevcesi Hz. Ümmü Seleme ile birlikte yirmi kadar Müslüman kadın da vardı. Harp esnasında yaralanan mücahidleri tedavi etmek, onlara yemek pişirmek ve ihtiyaçlarını karşılamakla meşgul olacaklardı.1

Peygamber Efendimiz, Medine’de yerine Gıfarlı Siba’ bin Urfutat’ı vekil bırakarak, ordusuyla Muharrem ayı sonlarına doğru Hayber yönüne hareket etti.

Nübüvvetin mânevî boyasıyla boyanmış mücahidler pürşevk ve coşkunluk içinde yollarına devam ediyorlardı. Şâir Âmir bin Ekva’ o andaki heyecan ve sadakatını şu şiiriyle dile getiriyordu:

“Allah’ım! Sen hidâyet etmeseydin, biz doğru yolu bulamazdık.

“Zekât veremezdik.

“Namaz kılamazdık.

“Üzerimize yürüyen bir kavim olunca, bizi dinimizden döndürmek için fitne çıkarmaya çalışınca.

“Sen, kalblerimize sekînet indir!

“Çarpıştığımızda da ayaklarımıza sebât ver!”2

Peygamber Efendimiz, şiiri okuyanın kim olduğunu sordu. Âmir bin Ekva’ olduğunu öğrenince de, “Allah ona rahmet etsin” buyurdu.3

Mücahidler bir an durakladılar. Zira, bu duâ Âmir’in şehâdet mertebesine erişeceğinin işaretini taşıyordu.

“O, ne sağırdır, ne gâib”

Mücahidler tekbirlerle yol alıyorlardı. Yer gök sanki tekbir sadalarıyla titriyordu. Bir ara hep bir ağızdan çok yüksek bir sesle, “Allahü ekber! Allahü ekber! Lâ ilâhe illallahu vallahu ekber!” diyerek tekbir getirdiler.

Sahabîlerin bu hareketi üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şöyle buyurdu:

“Canınıza acıyınız, sesinizi yükseltmeyiniz! Zira siz ne sağırı çağırıyor, ne de gaibe bağırıyorsunuz. Her şeyi bilen ve işiten ve her şeye her şeyden daha yakın olan Allah’a dua ediyorsunuz”1 diye buyurdu.

Evet, duâ ettiğimiz Allah ne sağırdır, ne de gâib. Bize ilmiyle, iradesiyle, kudretiyle şah damarımızdan daha yakındır: “And olsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin ona vesvese verdiğini de biliriz. Çünkü Biz ona şah damarından daha yakınız.”2

Kalbimizin en gizli hatırasını bilen yalnız Odur. Bildiği için de, arzu ve isteklerimize cevap veriyor, ihtiyaçlarımızı yerine getiriyor.

Resûl-i Ekrem Efendimiz sefer esnasında her konakladığı yerde Yüce Rabbine şöyle yalvarıyordu:

“Allah’ım! İstikbal endişesinden, geçmişin tasasından, güçsüzlükten, gevşeklikten, pintilikten, korkaklıktan, bel büken borçtan, zâlim ve haksız kimselerin musallat olmasından sana sığınırım!”3

Peygamber Efendimiz, ordusu ile Reci’ denilen yere vardı ve orada konakladılar. Burası Hayber’le Gatafanlıların yurdu arasında bir yerdi. Buraya gelip konmalarının bir sebebi vardı. Şöyle ki: Hayber Yahudileri Gatafanlılardan yardım istemişler, onlar da bunu kabul edip gerektiğinde gelip kalelerinde İslâm ordusuna karşı müştereken savaşabileceklerini bildirmişlerdi. Resûl-i Ekrem, bu durumu haber almıştı. Bu yardıma mâni olmak için de, Gatafanlılara, “Şayet Yahudilere yardım etmezlerse, fethedilecek Hayber’in bir yıllık hurma mahsulünün kendilerine verileceği” teklifinde bulunmuştu. Ancak, onlar kabul etmemişlerdi.

İşte Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla buraya gelip konmakla, Gatafanlılardan Yahudilere gelebilecek herhangi bir yardımın önünü kesmiş oluyordu. Nitekim, bu durum karşısında Gatafanlılar, Hayber Yahudilerine hiç bir yardımda bulunamayıp yurtlarında oturmak zorunda kaldılar.

İslâm ordusu Hayber önlerinde

Peygamber Efendimiz daha sonra ordusuyla Reci’den Hayber’e doğru ilerledi. Bir gece vakti Hayber önlerine vardı. Gece baskında bulunmak âdeti olmadığından sabahı bekledi.

Peygamberimizin duâsı

Resûl-i Ekrem Efendimiz Hayber önlerine varınca şöyle duâ etti:

“Ey göklerin ve gölgelediklerinin Rabbi olan Allah!

“Ey yerlerin ve üstündekilerin Rabbi olan Allah!

“Ey şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi olan Allah!

“Ey rüzgârların ve savurduklarının Rabbı olan Allah!

“Biz, Senden şu şehrin hayrını ve iyiliğini, halkının hayrını ve iyiliğini, bu şehirde bulunan her şeyin hayrını ve iyiliğini dileriz.

“Onun şerrinden, halkının şerrinden, içinde bulunan her şeyin şerrinden Sana sığınırız!”1

Herhangi bir şehre girildiğinde Efendimiz hep böyle duâ ederdi.

Sabah olunca, Hayberliler, ellerinde ziraat âletleriyle tarlalarına gitmek üzere kalelerinden çıkınca karşılarında İslâm ordusunu buldular. Birden şaşırıp kaldılar ve “İşte Muhammed ve ordusu!” diye bağrıştılar.

Sonra da telâş ve heyecan içinde gerisin geri kaçıp kalelerine sığındılar.1

Beklenmedik bir durumla karşı karşıya kalmışlardı. Peygamberimizin tâ Medine’den kalkıp gelerek kendileriyle harbe tutuşacağına bir çoğu ihtimal bile vermemişti. Çünkü kaleleri kuvvetli idi, adamları da çoktu. Harp âletleri de oldukça fazla idi. Öyle ise Hz. Resûlullah bütün bunları göze alarak gelemezdi. Kanaatları buydu. Ne var ki, gerçek, düşündükleri gibi çıkmamış ve bu sebeple de şaşırıp kalmışlardı.

Onların bu şaşkınlığını ve gerisin geri pürtelâş kaçıp kalelerine sığındığını gören Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), bu durumu hayra yorarak şöyle buyurdu:

“Allahü Ekber! Allahü Ekber! Haribet Hayber! (Hayber harap oldu). Biz düşman bir kavmin yurduna baskın yapıp girdik mi, korkutulmuş olan o kavmin hali ne kötü olur!”2

Hayber’in fethine işâret eden bu sözlerini üç kere tekrarladı.3

Haber Yahudileri aralarında görüştüler, konuştular ve sonunda kalelerinde kalıp müdafaa harbi yapmaya karar verdiler.

Savaşacak olan Yahudilerin hepsi en kuvvetli kale olan Natat kalesinde toplandılar. Eşyalarını, âile ve çocuklarını da başka kalelere yerleştirdiler.

Çarpışma, Yahudilerin toplandıkları Natat Kalesinden mücahidlerin üzerine ok atılmasıyla başladı. İslâm ordusu da Natat önünde karargâhını kurmuştu.

İlk gün böyle geçti. Bu arada kalelerden atılan oklarla elli kadar mücahid yaralandı.

İkinci günü Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle İslâm ordusu karargâhını Reci’ mevkiine nakletti. Böylece yakınlarındaki evlerden gelebilecek tehlikelerden mücahidler korunduğu gibi, konmuş oldukları ilk yerdeki bataklıktan da uzak kalmış oluyorlardı.

Peygamber Efendimiz ve mücahidler her sabah silahlanarak Natat Kalesinin üst taraflarına geliyor, akşama kadar Yahudilerle çarpışıyor, akşamleyin ise tekrar Reci’e dönüyorlardı.

Bu arada Peygamber Efendimiz bir baş ağrısına yakalandı. İki gün mücahidlerin yanına çıkamadı. Ordunun başına önce Hz. Ebû Bekir’i görevlendirip Yahudilerle çarpışmaya gönderdi. Şiddetli çarpışmalar olmasına rağmen fetih gerçekleşmedi. İkinci sefere ak sancağını Hz. Ömer’e verdi ve mücahidlerle birlikte çarpışmaya gönderdi. Yine şiddetli çarpışmalar cereyan etti, ama fetih ona da nasib olmadı.1

Yedi gün böylece devam etti.

Bu arada, İslâm ordusu Mahmud bin Mesleme’yi şehid verdi. Sıcaklıktan ve şiddetli çarpışmadan gelen yorgunlukla bitkin bir halde Natat Kalesi dibinde gölgelenirken, yukarıdan Yahudiler tarafından atılan bir taşla başından ağır yara aldı ve üç gün sonra da şehâdet mertebesine erdi.2

Yine bu esnâda Amir bin Ekva’ ile Hayberlilerin meşhur kahramanlarından olan Merhab karşı karşıya geldiler. Birbirlerine kılıç sallamaya başladılar. Âmir, Merhab’ın bacağına şiddetli bir darbe indirdiği zaman, kılıcının ağzı, kendisine yönelip bacağının orta damarını kesiverdi. Yaralı halde İslâm ordugâhına getirildi. Orada, yaranın tesiriyle şehid olarak vefât etti.1 Zaten Peygamber Efendimiz de henüz Hayber’e varmadan onun şehâdet mertebesine ereceğine işâret buyurmuşlardı.2

Devs Kabilesi reisi şâir Tufeyl bin Amr, Hicretten önce, Mekke’de Peygamber Efendimizle görüşüp Müslüman olmuştu. O zamandan beri de halkını İslâmiyete dâvet edip durmuştu.

Tufeyl bin Amr, bu sefer kabilesinden dört yüz kadar Müslümanla Hicretin 7. senesinde Medine’ye geldi. Peygamber Efendimizin Hayber’e gittiğini haber alınca da, Hayber’e gelip İslâm ordusuna katıldılar. Yahudilere karşı savaştılar.3

Gelen dört yüz kişinin arasında meşhur Ebû Hüreyre de (r.a.), bulunuyordu.4 Orada Hz. Resûlullahla buluşup görüşen Hz. Ebû Hüreyre Ehl-i Suffaya dahil oldu ve ondan sonra Efendimizin yanından ayrılmadı. Cenab-ı Hak kendisine kuvvetli bir hafıza da ihsan ettiğinden, bir çok Hadis-i Şerif rivâyet etmiştir.

Muhasara devam ediyordu. Peygamber Efendimiz, birgün şu müjdeyi verdi:

“Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki, Allah ve Resûlü onu sever, o da Allah ve Resûlünü sever. Allah, onun eliyle fethi gerçekleştirecektir.”5

Mücahidleri bir merak sardı. Acaba bu büyük şerefe nâil olacak zât kimdi? Her mücahidin gönlünde uyanan samimi arzu ve duygu, Hz. Fahr-i Âlemin elinden mübârek ve şerefli sancağı alabilmekti. Geceyi bu ümit ve arzuyla geçirdiler. Sabah olunca merak ve heyecanları daha da arttı. Bu heyecan ve samimi arzusunu Hz. Ömer, “Kumandanlığı o günkü kadar arzu ettiğim zaman olmamıştır”1 diyerek dile getirmiştir.

Her bir mücahid aynı arzu, aynı heyecan, aynı ulvî duygular içinde merakla bekleşirken, sabah namazından sonra Nebiyy-i Ekrem Efendimiz sancağın getirilmesini emretti. Sancak derhal getirildi. Artık bütün dikkatli bakışlar Efendimizin mübârek elinde bulunan sancağın üzerinde, kulaklar ise mübârek ağızlarından çıkacak ve fâtihi belirleyecek söze pür dikkat kesilmişti. Bu merak ve heyecan dolu manzara karşısında Hz. Resûlullah, “Ali nerede?” diye sordu.

Gariptir ki Hz. Ali o sırada gözlerinden rahatsızdı, “Yâ Resûlallah, onun gözleri ağrıyor” dediler. Resûl-i Ekrem buna rağmen, “Olsun! Çağırın gelsin!” buyurdu.

Haberi alan Hz. Ali, derhal huzura çıkıp geldi. Ağrıyan gözleri mübârek duasıyla şifâ buldu.2

Efendimiz ayrıca onun için, “Allah’ım! soğuğun sıkıntısını bundan gider!” diyerek de duâ etti.

Hz. Ali der ki:

“O günden sonra ne sıcaktan, ne de soğuktan asla rahatsız olmadım!”3

Gerçekten de Hz. Ali yazın en sıcak günlerde kalın aba giydiği halde bundan rahatsızlık duymazdı. Kışın ise en soğuk günlerde en ince elbise giyer ve asla üşümezdi.4

Hz. Resûlüllahın ak sancağı artık Hz. Ali’nin elindeydi. Merak dolu bakışlar, birden imrenmeye dönüşmüştü. Demek Allah ve Resûlünün sevdiği ve onun da onları sevdiği zât buydu. Demek Hayber, bu şerefli zâtın eliyle fetholunacaktı. Her bir Sahabî aynı duygular içinde İslâmın bu bahadırına gıpta ile bakıyorlardı.

Sancağını Hz. Ali’ye teslim eden Resûl-i Ekrem kendisine zırhlı bir gömlek giydirdi ve Zülfikâr‘ı da beline kendi eliyle bağladı. Sonra da şu emri verdi:

“Allah, sana fetih nasip edinceye kadar çarpış. Sakın arkana dönme.”1

Kahraman Hz. Ali, mübarek sancak elde heyecanla ilerliyordu. Bir müddet gittikten sonra, “Yâ Resûlallah, ben onlarla neyi gerçekleştirmek için çarpışacağım?” diye sordu. Kâinatın Efendisinden şu cevap geldi:

“Allah’tan başka ilah ve ibadet edilecek bulunmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğuna şehadette bulununcaya kadar onlarla çarpış. Onlar bunu yaptıkları takdirde, can ve mallarını kurtarmış olurlar. Kalblerindekilerin hesabı ise Yüce Allah’a aittir.”2

Bu cevabı alan Hz. Ali, kararlılık ve sevinç dolu bir sesle, “Yâ Resûlallah, onlar Müslüman oluncaya kadar kendileriyle savaşacağım” dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurdu:

“Onların kalelerinin yanına varıncaya kadar vakar içinde ilerle. Sonra onları İslâma dâvet et. Müslüman oldukları takdirde mükellefiyetlerini bildir.

“Vallahi, senin vasıtanla, Allah’ın onlardan bir tek kişiyi hidayete erdirmesi, senin için bir çok kızıl develere sahip olup onları Allah yolunda sadaka vermenden daha da hayırlıdır.”3 Peygamberimiz bu sözleriyle aynı zamanda İslâmî fetihlerin maksadının ne olduğunu da ortaya koyuyordu.

Hz. Ali, Merhab’la karşı karşıya

Hz. Ali, elinde Hz. Resûlullahın beyaz sancağı ile mücahidlerin önünde ilerleyip sancağı Natat Kalesinin dibine dikti. Onları İslâmın esaslarını anlatıp Müslüman olmaya dâvet etti. Fakat Yahudiler Müslüman olmayı kabul etmediler. Çarpışmak için kalelerinden çıktılar. Yapılan çarpışmada bir çok yiğitleri, mücahitler tarafından yere serildi.

Bu arada Hayber Yahudilerinin en cesuru kabul edilen Merhab, kardeşinin de öldürülenler arasında olduğunu duyunca, askerleriyle birlikte kaleden çıktı. Üzerinde iki kat zırh gömlek vardı. İki kılıç kuşanmış, başına da iki sarık sarmıştı. Bu heybetli görünüşüyle, “Ben, kükreyip geldikleri zaman çoğu kere aslanları bile kılıçla, mızrakla yere seren adamımdır” diye haykırıp övünüyordu.

Cesaret kahramanı Hz. Ali, duyduklarına aldırış etmeden şu mukabelede bulundu:

“Ben de, annemin bana Haydar (arslan) adını taktığı adamım. Cesarette, ormanlardaki en heybetli arslanlar gibiyimdir. Sizi yaşatmayacak, yere sereceğim.”1

Yapılan teke tek vuruşmada, Yahudilerin en kuvvetli adamı olan Merhab, “Esedullah ” (Allah’ın arslanı) ünvanının sahibi olan Hz. Ali karşısında dayanamayıp, kafası Zülfikârla ikiye bölünerek yere düştü.2

Manzarayı gören Hz. Resûlüllah mücahidleri müjdeledi:

“Sevininiz! Hayber’in fethi artık kolaylaştı.”3

Bundan sonra mücahidler, cesaretle düşmanın üzerine yürüdüler. Bu arada bir çoklarını yere serdiler. Sadece Hz. Ali, o gün sekiz Yahudiyi öldürdü. Hattâ bir ara kalkanı elinden düştü. Hemen yanındaki kalenin kapısını yerinden sökerek kendisine kalkan yaptı. Fetih gerçekleşinceye kadar da kale kapısını elinden düşürmedi. Fetih müyesser olduktan sonra Hz. Ali kapıyı yere bıraktı. Sekiz kişi hep beraber sarıldıkları halde onu kaldırmaya muvaffak olamadılar.1

Adamlarının teker teker yere serildiklerini gören diğer Yahudiler gerisin geri kaçışmaya başladılar. Artık, düşman bozulmuştu. Ve Resûl-i Kibriyâ Efendimizin beyan buyurdukları gibi Allah, fethi Hz. Ali eliyle Müslümanlara ihsan etmişti. Kaçışan düşman askerleri arkasından Hz. Ali ile birlikte mücahidler Natat Kalesine daldılar. Fakat orada çocuklardan başka kimse göremediler. Onlara dokunmadılar. Akibetin kötü olacağını gören Yahudiler Natat’ı terk etmek mecburiyetinde kalmışlardı.

Mücahidler, Nâim Kalesine doğru yürüdüler. Burada da düşmanla şiddetli çarpışmalar cereyan etti. Düşman bir çok adamını da bu kale önünde yapılan çarpışmada kaybetti ve kale teslim alındı.

Nâim Kalesinin düşüşünü, Sa’d bin Muaz Kalesinin teslimi takib etti.

Peygamberimiz, Hayber kalelerinden bir kaçını muhasara altına almıştı.

Bu sırada önüne davarlarını katmış birinin İslâm ordusuna doğru geldiği görüldü. Bu adam, Hayber Yahudilerinden Âmir’in Yesâr adını taşıyan Habeşli kölesi idi. Davarlarını güder dururdu. Hayber kalelerinin kuşatıldığı sırada, Yahudilerin silahlarına sarılmak istediklerini görünce, “Ne yapmak istiyorsunuz?” diye sormuştu.

Yahudiler, “Şu kendini ‘Resûl’ diye ilân eden adamı öldürmek istiyoruz” cevabını vermişlerdi. “Resûl” kelimesini duyan Habeşli Yesâr, bir an duraklamış, bu kelimenin âdeta şefkatli bir el gibi kalbini kapladığını hisseder olmuştu.

Yesâr sadece, Yahudilerin beyanlarıyla iktifâ etmek istemiyor, meseleyi kaynağından öğrenmek istiyordu.

İşte bunun için davarlarını önüne katarak, Hz. Resûlullahın huzuruna çıkageldi:

“Sen neler söylüyor ve nelere dâvet ediyorsun?” diye sordu.

Resûl-i Ekrem, “İslâmiyete dâvet ediyorum. Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve benim de Onun Resûlü olduğuma şehâdete, Allah’tan başkasına ibâdet etmemeye çağırıyorum” buyurdu.

Yesâr, bu sefer, “Peki, ben, dediğin gibi iman eder ve şehadette bulunursam bana ne var?”

Resûl-i Ekrem, “Eğer bu iman ve bu şehadet üzere olursan Cennet var!”1 dedi.

Bunun üzerine Yesâr, hemen orada Müslüman oldu.

Resûl-i Ekrem, ona bu iman ve şehadet üzere ölürse Cennete gireceğini söylemişti. Amma Yesâr müteredditti. Yaşadığı muhitte insanlar makam ve mevkilerine, zenginlik ve fakirliklerine, güzellik ve çirkinliklerine göre muamele görüyorlardı. Güzel olmayana, hele köleye kimse itibar etmezdi.

Bu sebeple, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Ben Habeşî (siyah tenli) çirkin yüzlü ve fakir bir adamım, bir köleyim! Bu halimle Yahudilerle çarpışır ve ölürsem yine Cennete girer miyim?”

Resûl-i Ekremden Yesâr’ı sevince boğan bir cevap geldi:

“Evet, Cennete girersin!”2

Yesâr bu sefer, “Yâ Resûlallah” dedi, “şu davarlar bana emânettir. Şimdi ben onları ne yapayım?” diye sordu.

Peygamberimiz, “Onları karargâhtan çıkar. Onlara doğru ufak taşlar at ve bağır! Onlar, sahiplerinin yanına dönecektir” diyerek Yesâr’a yol gösterdi.

Yesâr hemen kalktı. Yerden bir avuç kum alıp davarlara doğru savurdu:

“Haydi, artık sahibinize dönünüz.”

Davarlar, sanki biri tarafından güdülüyormuş gibi, topluca gidip sahiplerinin yanına vardılar.1

İslâmiyetle şereflenen Yesâr, artık o andan itibaren Allah yolunda çarpışan bir mücahid olmuştu. Mücahidler safında düşman arasına cesurca dalıyordu. Çok geçmeden kalelerinden atılan taşlarla şehid oldu. Böylece, bir vakit namaz kılma fırsatını bulamadan Cennete uçan Müslüman ünvanını aldı.2

Üzeri örtülü idi. Yerde uzatılmıştı. Cenazeye bakan Hz. Resûlullahın bir ara yüzünü çevirdiğini farkeden Sahabîler merakla, “Yâ Resûlallah! Ondan yüzünüzü niçin çevirdiniz?” diye sordular.

Resû-i Ekrem Efendimiz sebebini şöyle izah etti:

“Şehid, vurulup yere düştüğü zaman Cennet hurilerinden iki zevcesi gelip yüzünden tozları silerler ve ‘Allah, seni toza toprağa bulayanın da yüzünü toza toprağa bulasın! Seni öldüreni, öldürsün!’ derler.

“Allah, bu kuluna ikram edip, onu hayra sevk etti. Allah’a hiç secde etmediği halde, Cennet hurilerinden ikisini, onun başucunda gördüm!”3

İşte, ihlaslı az amel ve işte ebedî saadet, sonsuz mükafat ve ecir!

Bu hadise bize, hal, hareket ve sözlerimizde en mühim unsurun ihlas ve samimiyet olduğu dersini veriyor.

Ayrıca bu hadisede görüyoruz ki, Peygamber Efendimiz, iman ve İslâma dâvette insanlar arasında asla —içtimaî mevkii ne olursa olsun— fark gözetmiyordu. Evet, Yesâr kara kuru ve çirkin yüzlü bir köle idi. Üstelik içtimaî seviyenin o zaman insanları nazarında en düşük tabakası sayılabilecek bir mevkide idi. Bütün bunlara rağmen Efendimiz, onu hakir görmüyor, küçümsemiyor; ‘Müslüman olsa ne olur, olmasa ne olur’ gibisinden herhangi bir küçümseme eseri göstermiyordu. Aksine gayet ciddi bir şekilde ona İslâmiyeti anlatıyor, böylece de ebedî saadeti elde etmesine vesile oluyordu.

İslâm ve imana hizmette bulunanların da aynı ölçü ve düşünceyle hareket etmeleri gerekir.

Netice

On günü bulan bir muhasara esnasında kalelerinin birer ikişer düştüğünü gören Yahudiler, çaresiz kalıp sulh istediler. Peygamber Efendimiz bu isteklerini kabul etti. Kendilerinden gelen heyetle Resûl-i Ekrem arasında şu maddeler tesbit edildi:

1) Kalede çarpışmaya katılmış bulunan Yahudilerin kanları dökülmeyecek.

2) Hayber’den çocuklarıyla birlikte çıkıp gitmelerine müsaade edilecek.

3) Beraberlerinde bir hayvan yükünden başka bir şey götürmeyecekler.

4) Bunun dışında, gerek menkul ve gerekse gayr-ı menkul bütün mallar, yay, miğfer, at, cübbe, zırh, gömlek gibi silahlar ve üzerlerindeki elbiselerinden başka bütün elbise ve kumaşlar Hz. Resûlullaha bırakılacak.

5) Hz. Resûlullaha bırakılması gereken herhangi bir şey ne surette olursa olsun gizlenmeyecek, gizleyenler ise, Allah ve Resûlünün emân ve himâye taahhüdünün haricinde kalacaklar.1

Bu şartlar çerçevesinde anlaşmaya varılıp sulh yapıldıktan sonra, Yahudiler Hayber’den çıkmak üzere hazırlandılar. Bu sırada Peygamber Efendimize şöyle bir teklif getirdiler:

“Biz mal mülk sahipleriyiz. Mülk bakımı ve işletmesini senden daha iyi bilir ve başarırız, bırak bizi Hayber topraklarında kalalım!”1

Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) ve Sahabîler burada duracak durumda değillerdi. Bakıp gözetmeye de müsâit bulunmuyorlardı. Bu sebeple Peygamber Efendimiz (a.s.m.), tekliflerini müsbet karşıladı ve Hayber mahsulatının yarı yarıya bölüştürülmesi şartı ile onların tekrar yurtlarında kalmasına müsaade etti. Ancak bu anlaşma, istendiği zaman Peygamber Efendimiz (a.s.m.) tarafından ortadan kaldırılabilecekti.2 Böylece Yahudiler, İslâm devleti ile ziraî bir işletmede ortaklık akdetmiş gibi, işledikleri araziden yarı nisbetinde bir hisse vereceklerdi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, her sene mahsul zamanı Abdullah bin Ravâha Hazretlerini Hayber’e gönderirdi. Hz. Abdullah, mahsulatı yarı yarıya ayırır, sonra da onları istediğini almada serbest bırakırdı. Bu âdilane muamele karşısında Yahudiler, “Yer ve gök bu adalet sayesinde ayakta duruyor!”3 demekten kendilerini alamazlardı.

Şehid ve ölü sayısı

Harp sonunda 1600 kişilik İslâm ordusunun yirminin üzerinde şehid vermiş olduğu görüldü. Buna karşılık, müdafaada bulunan ve harbi kendi kalelerinde kabul etmek gibi bir avantaja sahip olan 20.000 kişilik Yahudi ordusunda ölü sayısı ise 93’ü buluyordu.4

Bu parlak muzafferiyet neticesinde Hayber de İslâm devleti hudutları dahiline alınmış oldu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, henüz Hayber’den ayrılmamıştı. Câfer bin Ebî Talib başkanlığındaki Habeşistan muhacirleri çıkıp geldiler.1 Resûl-i Ekrem Efendimiz bundan son derece memnun oldu ve bu sevincini şöyle izhar etti:

“Bilmem bu iki şeyden hangisi ile sevineyim? Feth-i Hayber’e mi, yoksa Câfer’in gelişine mi?” buyurdu.2

Medine’ye gelindikten sonra, Hayber fethine katılan mücahid muhacirlerden bazıları, Habeşistan muhacirlerine, “Biz hicrette sizi geçmişizdir” dedikleri duyulmuştu.

Hattâ bir gün, Hz. Câfer bin Ebî Talib’in Habeşistan’a hicret etmiş bulunan hanımı Hz. Esmâ, Hz. Hafsa’nın ziyâretine gitmişti. Orada Hz. Ömer’le karşılaşmıştı. Hz. Ömer onun Esmâ bint-i Umeys olduğunu öğrenince, “Bizler, hicrette sizleri geçmişizdir. Bu sebeple de, Resûlullah Aleyhisselâma sizden daha yakınız” demişti.

Hz. Esmâ buna kızmış ve “Hayır! Gerçek senin bildiğin gibi değildir! Vallahi, sizler Resûlullahın yanında bulunuyordunuz da, o sizin aç olanlarınızı doyuruyor, cahillerinizi de vâaz ve nasihat ederek yetiştiriyordu.

“Bizler ise, dinimiz yolunda uğradığımız düşmanlıklar yüzünden Habeş ülkelerine gitmek zorunda kalmıştık. Bunu da ancak, Allah ve Resûlünün rızasını kazanmak yolunda göze almıştık” dedikten sonra şunu ilave etmişti:

“Vallahi, ben senin bu dediklerini Resûlullaha söyleyeceğim ve bunun doğru olup olmadığını soracağım!”

O sırada Resûl-i Kibriyâ Efendimiz geldi.

Esmâ bint-i Umeys, Hz. Ömer’in kendisine söylediklerini nakletti.

Resûl-i Ekrem, “Buna karşılık sen ona ne söyledin?” diye sordu.

Hz. Esmâ, “Ben de ona şöyle şöyle cevap verdim” dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Hz. Esmâ’ya, “Bu hususta, bana sizlerden daha yakın kimse yoktur” buyurduktan sonra ilâve etti:

“Ömer ve arkadaşlarına bir hicret sevabı vardır. Siz gemi halkına ise, iki hicret sevabı vardır!”1

Bunu duyan Habeşistan’dan gelen Müslüman muhacirler de son derece sevindiler. Bu da Müslümanların hicrete ne derece ehemmiyet verdiklerini açıkça göstermektedir.

Ganimetler

Hayber’de elde edilen ganimetler, bu gazâya katılmış olsun olmasın, Hudeybiye Sulh Anlaşması sırasında Peygamber Efendimizin yanında bulunan bütün Sahabîlere taksim edildi.2 Zirâ, Cenâb-ı Hak, Hudeybiye seferine iştirak edenlere, Hayber’in fethedileceğini ve kendilerine bol ganimet ihsan edeceğini önceden haber verip müjdelemişti.3

Resûl-i Ekrem Efendimiz ayrıca, Hayber’de gelip İslâm ordusuna katılan Devs Kabilesine mensup dört yüz Müslüman ile, Câfer bin Ebî Tâlib’in (r.a.), başkanlığında Habeşistan’dan dönen ve Hayber’de Müslümanlara kavuşan Habeşistan muhacirlerine de bu ganimetten hisse ayırdı.4

Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle ganimet malları ilk önce beş parçaya ayrıldı. Beşte bir parça Peygamber Efendimize teslim edildi. Geri kalan dört parça ise Efendimizin emriyle satışa çıkarıldı.

Peygamber Efendimiz, ganimet mallarından satılanların paralarını Müslümanlar arasında taksim etti.1

Hayber’in gayr-ı menkul malları, yeni arazi ve varidatı ise Şıkk, Natat ve Ketîbe mülkleri olarak bölüştürüldü. Şıkk ve Natat ve Ketibe mülkleri, Müslümanların beşte biri hisselerine karşılık tutuldu. Ketibe mülkleri ise Beytülmale ait olmak üzere Peygamber Efendimize bırakıldı.2

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ketibe’nin mülk ve mahsûllerini ihtiyaç derecelerine göre, akrabaları, hanımları, Müslüman erkek ve kadınlar arasında bölüştürüldü.3

Ganimetler arasında, Tevrât’tan müteâddit nüshalar da vardı. Yahudiler bunların iâdesini taleb ettiler. Peygamber Efendimizin emriyle Müslümanlar, Tevrat nüshalarını derhal geri verdiler. Böylece, diğer dinlere karşı olan geniş müsamahalarını bu hareketleriyle göstermiş oldular. Bu hadise aynı zamanda Müslümanların, Allah tarafından daha önceki peygambere gönderilmiş Mukaddes Kitaplara hürmet gösterdiklerinin bir ifâdesiydi.

Yahudilerin, Peygamberimizi zehirlemeye kalkışmaları

Peygamber Efendimizin bütün iyi niyet ve güzel muamelesine rağmen, Yahudilerin İslâma karşı gönüllerinde besledikleri kin ve düşmanlık ateşi bir türlü sönmüyordu. Her iyi muameleye karşı, kötü bir hareketle, hâince bir tertiple cevap vermeyi âdeta kendilerine huy edinmişlerdi.

Hayber fethedilmiş, Peygamberimiz Ashabıyla birlikte istirahata çekilmişti. Savaşla, Resûl-i Ekremi mağlup edemeyen Yahudiler, bu sefer hâince bir tertibin içine girdiler. Onu zehirlemeye karar verdiler. Bu vazifeyi, meşhur Yahudi Sellam bin Mişkem’in karısı Zeynep üzerine aldı. Plân gereği Zeynep, bir dişi keçi kızarttı ve her tarafını tesirli bir zehirle zehirledi. Ayrıca Peygamber Efendimizin, davarın kol ve kürek etini daha çok sevdiğini de sorup öğrendiği için, keçinin oralarına daha da çok zehir serpti.

Dessas Yahudi kadını kızartılmış, kebap edilmiş zehirli keçiyi alıp getirdi ve “Ey Ebû’l-Kasım! Bunu sana hediye ediyorum” diyerek Peygamber Efendimizin önüne koydu.

Kadın uzaklaşırken, Peygamber Efendimiz ve orada hazır bulunan Sahabîler de ortaya konulan etten yemeye hazırlandılar. Resûl-i Ekrem, etin sevdiği kürek kısmından bir lokma aldı; fakat yutmadan Sahabîlere, “Ellerinizi çekiniz! Şu kürek, etin zehirlenmiş olduğunu bana haber veriyor”1 buyurdu.

Herkes elini çekti. Sadece Bişr bin Bera Hazretleri ağzına aldığı lokmayı yutmuştu. Et öylesine zehirli idi ki Hz. Bişr, oturduğu yerde birden morardı ve ânında şehid oldu.2

Peygamberleri öldürmekle iştihar bulan, zehirleme marifetini her milletten çok daha iyi beceren Yahudilerin bu teşebbüsü de sonuçsuz kalınca, Peygamber Efendimiz, bu tertibe âlet olan Zeyneb’i huzuruna çağırdı. Zeynep suçunu itiraf etti. Peygamber Efendimizin, “Bunu neden yaptın?” sorusuna şu cevabı verdi:

“Eğer gerçekten bir peygambersen, sana haber verilecek; dolayısıyla zarar görmeyecektin. Eğer peygamber değil de bir hükümdarsan, kendimizi ve insanları senden kurtarmak için yaptım!”3

Bazı rivâyetlerde, hiç kimseden şahsî intikam alma duygusu taşımayan Peygamberimiz, kadını öldürmeyip affetmiştir.1 Bazı rivâyetlerde ise onu öldürttüğünden bahsedilir. Tahkik ehli demiş ki: Hz. Resûlullah öldürtmemiş, fakat şehid olan Bişr’in varislerine vermiş, onlar kısas olarak öldürmüşlerdir.2

Hayber’de yasaklanan şeyler

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hayber günü Müslümanlara dört şeyi yasakladı:

1) Esir alınan kadınlara dokunmayı.

2) Ehlî merkeplerin etlerini yemeyi.

3) Yırtıcı, azı dişli hayvanların etini yemeyi.

4) Ganimet mallarının bölüştürülmeden satılmasını veya satın alınmasını.3

Fedek Yahudileriyle anlaşma yapılması

Peygamber Efendimiz Hayber’in fethinden sonra Muhayyısa bin Mesûd’u İslâmiyete dâvet etmek üzere Medine’den iki konak mesafede bulunan Fedek köyünde oturan Yahudilere gönderdi. Fedek Yahudileri bir kaç kere sâir Yahudilerle birleşerek Medine üzerine yürümeyi kararlaştırmış, ancak buna muvaffak olamamışlardı.

Fedek Yahudileri, Resûlüllahın elçisi Muhayyısa’nın sulh teklifini önce kabul etmediler. Sonra Peygamber Efendimizin üzerlerine yürüyüp, Hayber Yahudilerinin uğradıkları âkibete uğrayacaklarından korkup bu görüşlerinden vazgeçtiler ve sulh teklif ettiler. Peygamberimiz onların bu teklifini kabul etti.

Yapılan anlaşmaya göre, kanları bağışlandı. Arazilerinin yarısı kendilerine bırakıldı. Diğer yarısı ise Peygamber Efendimize (a.s.m.) mahsus kılındı. Sâir Müslümanlar arasında bölüştürülmedi. Zira, Haşr Sûresinin altıncı âyeti ile, hiç bir askeri hareket yapılmadan, barış yoluyla fethedilen yerler Peygamber Efendimize tahsis buyurulmuştur. Fedek’te aynı durum vuku bulduğu için alınan arazinin yarısı Peygamberimize kaldı.1 Resûl-i Ekrem Efendimiz, bunun gelirini, kendi zâtı, Haşimoğullarının küçükleri ile onların yetimlerini evlendirmek için sarfederdi.2

Vâdi’l-Kurâ’nın alınması

Daha sonra Peygamber Efendimiz ordusuyla Hayber’ den ayrılıp Vâdi’l Kurâ’ya hareket etti. Burası Hayber ile Teyma arasındaki köylerin bulunduğu bir yerdi. İslâmdan evvel, Yahudiler buraya yerleşerek imâr etmişlerdi.

Vâdi’l Kurâ Yahudileri de, Benî Kurayza Yahudilerinin Hendek Savaşında yaptıkları hainlikten dolayı cezalandırıldıktan sonra, civar Yahudileri de yanlarına alarak Medine üzerine yürümeyi kararlaştırmışlar, ancak bu fırsatı elde edememişlerdi.

Resûl-i Ekrem (a.s.m.) buradaki Yahudileri önce İslâma dâvet etti. Müslüman oldukları takdirde kanlarının bağışlanacağını, mallarının da kendilerine bırakılacağını, kalblerinde gizlediklerinin hesabının ise Allah’a ait bir iş olduğunu bildirdi.3 Vâdi’l Kurâ ahalisi bu teklifi kabul etmeyip çarpışmaya hazırlandı.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (a.s.m.), onları muhasara altına aldı. Muhasaranın ilk günü cereyan eden çarpışmada Yahudilerden on kadar adam öldürüldü.4

Resûl-i Ekrem, ikinci kere onları İslâma dâvet etti. Yine kabule yanaşmadılar ve mücahidlere karşı koydular. Fakat mücahidlerin hücumuna karşı fazla dayanamadılar, henüz güneş bir mızrak boyu yükselmişti ki, teslim olmak mecburiyetinde kaldılar.1

Burada, bol miktarda ganimet elde edildi. Resûl-i Ekrem usulüne göre ganimeti beş kısma ayırdı. Dört payını mücahidler arasında bölüştürdü. Bir payını da Beytülmale ayırdı.

Arazisi ise, Hayber’de olduğu gibi orada bulunan ahaliye, mahsulatının yarı yarıya bölüştürülmesi şartı ile bırakıldı.2

Teyma Yahudilerinin cizye vermeyi kabul etmesi

Medine ile Şam yolu üzerinde Hayber ile Tebük arasında bulunan Teyma mevkiinde de Yahudiler oturuyorlardı. Peygamber Efendimizin Hayber ve Vâdi’l Kurâ’da yaptıklarını duymuşlardı. Bu sebeple İslâm ordusu buraya gelir gelmez, cizye vermeyi kabul ettiler. Dolayısıyla yurtlarından ayrılmamış, toprakları da ellerinden gitmemiş oldu.3

Hayber fethinin önemi

Hayberin fethi ile hemen hemen Arabistan’daki bütün Yahudiler İslâm devletine tâbi duruma gelmiş sayılıyordu. Daha evvel de, Hudeybiye Sulhu ile müşriklerden gelebilecek herhangi bir tehlike önlenmiş bulunduğundan, bu fetih ile İslâmiyet büyük bir serbestiyet imkânına kavuşuyordu.

Hudeybiye Anlaşmasıyla, müşriklerin, Yahudilerin yardımına koşmaları veya onlarla işbirliğine girişmeleri önlenirken, bu fetih ile de Yahudilerin Kureyş müşrikleriyle herhangi bir işbirliğine teşebbüsleri bertaraf edilmiş oluyordu. Artık, ne müşriklerden Yahudilere, ne de Yahudilerden müşriklere bir ümit ışığı kalmıştı. Böylelikle Kureyş müşriklerinin Müslümanlara karşı her zaman kullanmayı düşündükleri bir kollarını kaybetmiş sayılıyorlardı.

Bu fetih etrafta da büyük akisler uyandırdı. Çünkü, Hayber’in çok kuvvetli kalelere sahip bulunduğu, buradaki Yahudilerin harp sanatını çok iyi bildikleri, harp malzemesi bakımından da üstün bir seviyede bulundukları, cesur adamlarının, yiğitlerinin oldukça fazla olduğu herkesçe biliniyordu.

Bütün bunlara rağmen, İslâm ordusu karşısında mağlup düşmeleri, hepsini korkutuyor, Müslümanların yenilmez bir güç halini aldıklarını bir kere daha anlıyorlardı. Nitekim Hayber fethinden sonra, civar kabileler teker teker kendi arzularıyla gelip İslâm hâkimiyetini kabul ederek boyun eğdiklerini bildirmişlerdir.

Bu bakımdan Hayber’in fethi, İslâm tarihinde önemli bir yer işgal eder.

* * *

Peygamberimizin Hz. Safiyye ile Evlenmesi

Hayber Fethinde esir alınanlar arasında Hz. Safiyye de bulunuyordu.

Asıl ismi Zeyneb olan Hz. Safiyye, Benî Nadir reisi Huyey bin Ahtab’ın kızı idi. Annesi ise, Benî Kurayza Yahudileri reisleri eşrâfından olan Semevel’in kızı Berre idi. Hayber Yahudileri reislerinden Rebi’ bin Hukayk’ın oğlu Kinâne ile yeni evlenmişti. Hayber günü Rebî’ öldürülünce dul kalmıştı. Müslümanlar tarafından da Kamus Kalesinin teslim olması sırasında esir alınmıştı.1

Esirler toplandığı zaman Dihyetü’l-Kelbî, Resûl-i Ekrem Efendimize gelip bir cariye istemişti. Peygamber Efendimiz de esirler arasından bir câriye almasına müsaade buyurmuştu. Bunun üzerine Hz. Dihye, Hz. Safiyye’yi beğenip almıştı.2

Fakat, Ashab-ı Kirâm Hz. Safiyye’nin Hayber reisinin gelini ve Benî Nadir’in en şerefli bir âile kızı olduğunu düşünerek bunu uygun görmedi. Hz. Resûlüllaha gelerek şöyle dediler:

“Yâ Resûlallah! Benî Kurayza ve Benî Nadirlerin reisi Huyey’in kızı Safiyye’yi Dihye’nin alması uygun değildir! Onu ancak sen almalısın?”3

Peygamber Efendimiz bu itirazı kabul etmediği takdirde Ashab-ı Güzînin kalben rahatsız olacakları muhakkaktı.

Bunun üzerine, Efendimiz, Hz. Dihye’ye başka bir kadın almasını emir buyurdu. Hz. Bilâl’i de Hz. Safiyye’yi getirmeye gönderdi.

Hz. Bilâl’in Hz. Safiyye’yi getirmesi

Hz. Bilâl, Hz. Safiyye’yi yine esir düşen amcası kızı ile alıp getirirken onları Yahudi erkeklerinden iki kişinin cesedinin yanından geçirdi. Amcası kızı bu manzarayı görür görmez feryad ve figana başladı. Yüzünü parçalayıp, başına topraklar saçtı.

Uzaktan durumu farkeden Resûl-i Ekrem Efendimiz, yanına gelen Hz. Bilâl’e şöyle buyurdu:

“Ey Bilâl! Senden merhamet ve şefkat duygusu sökülüp atıldı mı ki, bu kadıncağızları ölülerinin yanından geçiriyorsun?”1

Hz. Bilâl mahcup mahcup huzurda boynunu büktü. “Yâ Resûlüllah! Zâtınızın bundan rahatsız olacağını tahmin etmemiştim” diyerek özür diledi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), Hz. Safiyye’yi arka tarafına almalarını emrederek üzerine de omuz atkısı örttü. Bunun üzerine Sahabîler, Peygamber Efendimizin (a.s.m.), onu kendisine başkomutanlık hakkı (Safiy) olarak aldığını anladılar.2

Peygamber Efendimizin harp sonrası bir prensibi de, mağlup ettiği veya teslime mecbur bıraktığı düşmanla uzlaşma yoluna gitmesi idi. Hz. Safiyye âilesi, Yahudiler arasında itibarlı ve şerefli bir âile idi. Elbette, onun mevkiinin muhafazası İslâmiyet ve Müslümanlar için iyi neticeler ve faydalar doğurabilecekti. Bir diğer husus da Resûl-i Ekremin bazı evliliklerinde siyasi durumu göz önünde bulundurması idi. Bir kabilenin veya bir kavmin ileri gelenlerinden birinin kızını almakla, o kavmi, o kabileyi düşman ise İslâmiyet ve Müslümanlara karşı düşmanlıklarını en azından hafifletip yumuşatıyor, dost ise bu dostluğun daha da kuvvet bulmasını sağlıyordu. Hz. Cüveyriye ve Hz. Ümme Habîbe ile evlenmelerinde bu hususlar gayet açık bir şekilde görülür.

Hz. Safiyye’nin tercihi

Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), Hz. Safiyye’ye İslâmı anlattı ve şöyle buyurdu:

“Eğer Müslüman olursan, ben seni kendime zevce edineceğim.

“Şayet Yahudiliği tercih edecek olursan seni âzad ederim. Sen de gider kavmine kavuşursun!”1

Resûl-i Kibriyâ Efendimizle bir kerecik olsun görüşüp kendisinden bir kaç kudsî kelam duyan Hz. Safiyye, tercihini doğru yaparak, aynı zamanda safiyetini ve derin anlayışını açıkça ortaya koydu:

“Yâ Resûlallah! Siz beni İslâmiyete dâvet etmeden önce, konak yerine geldiğimde, Müslümanlığı arzulamış ve seni tasdik etmiş bulunuyordum.

“Yahudilikle benim hiç bir ilgim kalmamış ve ona artık ihtiyacım da yoktur. Hayber’de de artık ne babam, ne de kardeşim vardır.

“Sen, beni küfürle, İslâmiyetten birini seçmekte serbest bırakıyorsun. Allah ve Resûlü, bana âzad edilmemden ve kavmimin yanına dönmemden daha sevgilidir. Ben onları tercih ediyorum!”2

Resûl-i Ekrem, Hz. Safiyye ile Hayber’de gerdeğe girmedi. Sibar mevkiine geldiği zaman ise Hz. Safiyye bu işe muvafakat etmedi. Ancak Hayber’den on iki mil kadar uzaklaştıktan sonra Sahba’da muvafakat etti. Peygamberimiz, “Sibar’da konmak istediğim zaman, razı olmamanın sebebi ne idi?” diye sorunca, Hz. Safiyye, “Yâ Resûlallah” dedi, “Yahudilerin yakınında sana bir zararın gelebileceğinden korkmuştum. Onlardan uzaklaşınca emniyete kavuştum.”3

Peygamberimiz, onun bu bağlılığından son derece memnun oldu. Resûl-i Ekrem, Sahba’ mevkiinde Hz. Safiyye ile kendisine âit çadırda gerdeğe girdi.

Peygamber Efendimiz, Hz. Safiyye’nin yüzünde bir darbe çürüğü gördü. Sebebini sordu. Hz. Safiyye şöyle izah etti:

“Kinâne bin Rebi’ ile evlendiğim ilk gece bir rüyâ görmüştüm. Rüyâmda Medine tarafından bir ayın gelip kucağıma düştüğüne şâhid oluyordum. Bunu Kinâne’ye anlatınca kızdı ve ‘Sen ancak Hicaz hükümdarı Muhammed’e varmak istiyorsun!’ diyerek yüzüme bir tokat vurdu. Onun izi kaldı.”1

Hz. Ebû Eyyubel-Ensarî, kılıcını kuşanıp o gece sabaha kadar çadırının etrafında dolaşarak Peygamber Efendimizi beklemişti.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, sabahleyin erken çadırından çıkınca, Hz. Ebû Eyyûb tekbir getirdi. Peygamber Efendimiz onu elinde kılıç, çadırın yanında görünce, “Yâ Ebâ Eyyûb! Nedir bu halin?” diye sordu.

Bütün gece gözü uyku tutmayan fedakâr Sahabî, “Yâ Resûlallah” dedi, “harpte babasını, kardeşini, kocasını, amcasını, akraba ve taallûkatını kaybeden ve henüz yeni Müslüman olan bu kadından sana bir zarar gelebileceğinden korktum da, çadırını bekledim.”2

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, mübârek tebessümleri arasında, “Allah, seni hayra erdirsin” buyurdu ve arkasından ona şu duâyı yaptı:

“Allah’ım! Beni koruyarak gecelediği gibi, sen de Ebû Eyyûb’u koru!”3

Mücahidlerin sabah namazını geçirmeleri

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Ashab-ı Kiramla Medine’ye yaklaşmıştı. Sabah namazı vaktine de fazla bir zaman kalmamıştı. Mücahidler bütün gece yol aldıkları için, bir nebze istirahat etmek maksadıyla Peygamber Efendimizin emriyle bir yerde konakladılar.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Sabah namazı vaktimizi kim bekleyecek, belki uyuyabiliriz” diye Ashab-ı Kirama sordu. Hz. Bilâl ayağa kalkıp, “Ben beklerim yâ Resûlallah” dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimizle mücahidler uyudular.

O sırada Hz. Bilâl de namaza durdu. Uzun müddet namaz kıldı. Sonra çökmüş devesine yaslanarak sabah namazı vaktini gözlemeye başladı. Bu arada uykuya daldı. Mücahidlerin “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi Râciun” demeleriyle ancak uyanabildi. Güneş doğmuş ve her taraf aydınlanmıştı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz telaşla, “Ey Bilâl! Nedir bu yaptığın bize?” diyerek sitem etti.

Hz. Bilâl, “Anam babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Senin ruhunu tutan Kudret, benim de ruhumu tuttu bırakmadı” deyince, Resûl-i Ekrem Efendimiz gülümseyerek, “Doğru söyledin” buyurdu.1

Sahabîlerin uyuya kaldıkları vadiden çıkılınca, Peygamberimiz, “Burası şeytanların eyleştiği bir vadidir” buyurdu ve abdest alınmasını emretti. Efendimiz de abdest aldıktan sonra Hz. Bilâl’e, “Ey Bilâl! Ezanı oku” diye emretti.

Ezan okununca Müslümanlar toplandı. Peygamber Efendimiz onlara, “Sabah namazının sünnetini kılınız” buyurdu.

Sünnet kılındıktan sonra Peygamber Efendimiz (a.s.m.), “Ey Bilâl! Kàmet getir” dedi.

Hz. Bilâl kâmet getirdi. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) imam olup namazı kıldırdıktan sonra, Ashab-ı Kirama döndü ve şöyle buyurdu:

“Herhangi biriniz, uyur veya unutuverir de namazını geçirirse, onu vaktinde kıldığı şekilde kılsın, kazâ etsin.”1

Fahr-i Kâinat Efendimiz, bütün bu olup bitenlerden sonra mücahidlerle birlikte tekrar Medine’ye doğru yol aldı. Uhud Dağı görününce, “Biz Uhud’u severiz, Uhud da bizi” buyurdu.

Ordusuyla Medine’ye girerken de şöyle duâ etti: “Yâ Rabbi! Senden başka Ma’bud yoktur, yalnız Sen varsın. Senin ortağın yoktur. Bütün mülk senindir. Bütün hamd de Senindir.

“Allah’ım! Biz Sana yöneldik, günahlarımızdan tövbe ediyoruz. Biz ancak Rabbimize ibadet, Rabbimize secde, Rabbimize hamd ederiz.

“Rabbimiz va’dinde sadıktır; kulu Muhammed’e nusret etmiştir, yalnız başına bütün düşman topluluklarını hezimete uğratıp sindirmiştir.”2 (*)

* * *

Kaza Umresi

Hicretin 7. senesi, Zilkâde ayı. (Milâdî 628.) Bu tarihten bir sene önce, Peygamber Efendimiz ve Ashab-ı Kiramın Kâbe’yi ziyaret edip umre yapmalarına, Kureyş müşrikleri mani olmuşlar ve imzalanan Hudeybiye Anlaşmasıyla Resûl-i Ekrem ve Müslümanların bu niyet ve arzularının tahakkuku bir sene sonraya bırakılmıştı.

Cenab-ı Hakkın yardımıyla Peygamber Efendimiz bu bir sene zarfında bir çok muzafferiyetler elde etmişti. Devrin hükümdarlarını İslâmdan haberdar etmiş ve onları İslâma dâvette bulunmuştu. Bunlardan bir kısmı İslâmiyetle müşerref olmuşlardı. Ayrıca Hayber’i fethederek, hemen hemen Arabistan Yarımadasında bulunan bütün Yahudileri tesirsiz hale getirmişti. Yine, İslâmiyetin gittikçe güç kazandığını, kuvvet elde ettiğini göstermek babında da bir çok kabilelere askerî birlikler göndererek onları itaat altına almıştı.

Bütün bunlardan sonra, Kâbe’yi ziyaret ve umrenin yerine getirilmesi zamanı artık gelmiş bulunuyordu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Zilkâde ayı girince, Ashabına umre için hazırlanmalarını emretti. Bu emre göre, Hudeybiye Seferine katılmış bulunanlardan hayatta olanların hiç biri geri kalmayacaktı.1

O sırada Medine’ye gelmiş kimsesiz ve yardıma muhtaç bir çok Müslüman vardı. Efendimize başvurarak, “Yâ Resûlallah! Bizim ne azığımız, ne de bizi doyuracak bir adamımız var” diyerek durumlarını arzettiler.

Resûl-i Ekrem, ihtiyacı olanlara yardım etmelerini, onlara bakmalarını Medine halkına duyurdu. Bunun üzerine Ashab-ı Kiram, “Yâ Resûlallah” dediler, “biz, sadaka olarak neyi verelim? Verecek hiç bir şey bulamıyoruz ki.”

Resûl-i Zişan Efendimiz, “Ne olursa, isterse yarım hurma olsun” buyurdu.

Server-i Kâinat Efendimiz, yerine Uveyf bin Azbat’ı vekil tayin ederek, umre için hazırlanmış bulunan 2000 civarındaki Müslüman ile Medine’den Mekke’ye, Beytullaha doğru yola çıktı.1 Müslümanlar yanlarında altmış kurbanlık deve götürüyorlardı. Peygamber Efendimiz, kendi kurbanlık devesini bizzat mübarek elleriyle işaretlemişti.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ayrıca, Kureyş müşrikleri tarafından herhangi bir saldırı ve karşı koymaya maruz kalabilirler düşüncesiyle yüz at ve miğfer, zırh gömlek ve mızrak gibi harp silahları da almıştı. Halbuki, yapılan anlaşma gereği, beraberinde sadece yolculuk silahı sayılan kılıç olacak o da kınına sokulu vaziyette bulunacaktı. Öyle ise va’dinde hiç bir zaman hulf etmeyen Hz. Resûlullah neden böyle hareket ediyordu. Bu husus Sahabîlerin nazarından kaçmadı. Sordular:

“Yâ Resûlallah! Müşriklerle, sadece kınına sokulu kılıçla geleceğine dâir ahdin vardı. Halbuki sen silah taşımaktasın?” dediler.

Hz. Fahr-i Âlem, sebebini şöyle izah etti:

“Biz, bu silahları Hareme, Kureyşlilerin yanına götürmeyeceğiz. Fakat her ihtimâle karşı yanımızda bulunduracağız!”2

Müslümanların kalbi heyecan ve sevinçle atıyordu. Muhacirlerin duydukları sevinç ve heyecan ise tarife sığacak gibi değildi. Yedi sene önce terk etmek zorunda kaldıkları baba ocağına kavuşacaklar, Kâbe-i Muazzamayı ziyaret edeceklerdi. Hepsinden de mühimi kendilerini hakir gören, kendilerine olmadık eziyet ve işkencelerde bulunan Kureyş müşriklerine İslâmın izzet, şeref, azamet ve haşmetini göstereceklerdi. Bu sebeple gönülleri heyecan doluydu.

Zülhuleyfe mevkiine varılınca Resûl-i Ekrem Efendimiz Muhammed bin Mesleme’nin kumandanlık ettiği süvarilerle birlikte silah yüklerini ve kurbanlık develeri önden gönderdi ve orada ihrama girdi.1

Artık, etraf Allah Resûlü ve Müslümanların telbiye sadalarıyla âdeta sarsılıyordu:

“Lebbeyk Allahümme lebbeyk!

“Lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk!

“İnnel hamde venni’mete leke ve’l-mülk! Lâ şerike leke.”2

Önden giden Muhammed bin Mesleme komutasındaki yüz atlı birliği ve beraberinde götürdükleri silahlar, Merruzzehran mevkiinde müşriklerin bir kaç adamı tarafından görüldü. “Nedir bunlar?” diye sordular.

Muhammed bin Mesleme, “Resûlullah Aleyhisselâmın süvarileridir” dedi ve devam etti:

“Kendileri de inşaallah yarın sabah burada olacaklardır.”3

Adamlar şaşkına döndüler ve son sür‘at yol alarak haberi Mekke’ye ulaştırdılar. Müşrikleri, bir korku ve telaş sardı. Ve “Muhammed üzerimize yürüyor” diyerek durumdan birbirlerini haberdar ettiler.

Gerçi Hz. Resûlullah Hendek Harbinden sonra, “Artık, onlar bizim üzerimize değil, biz onların üzerine yürüyeceğiz” buyurmuşlardı, ama bu sefer, o gaye ile tertip edilmiş değildi. Sadece, anlaşmada da belirtildiği gibi Kâbe’yi tavaf etmek, umrelerini yapmak maksadıyla yola çıkmışlardı.

Buna rağmen müşrikler fazlasıyla endişeye kapıldılar. Derhal Resûl-i Ekrem Efendimize işin gerçek mahiyetini öğrenmek için adamlarını gönderdiler.

Telbiye sadalarıyla Zülhuleyfe’den ayrılan Peygamber Efendimiz, Müslümanlarla birlikte Merruzzehran’a geldi. Oradan bütün silahlarını Batn-ı Ye’cec mevkiine gönderdi. Silahları beklemek üzere de Evs bin Havlî başkanlığında iki yüz kişiyi vazifelendirdi.1

Daha sonra Peygamber Efendimiz, Ashabıyla yol alarak oradan Mekke’nin rahatlıkla görüldüğü Batn-ı Ye’cec mevkiine vardı.

Bu sırada Kureyş temsilcileri çıkıp geldi. “Yâ Muhammed,” dediler, “herhalde sana, bizim küçük veya büyük herhangi bir hıyânetimiz, vefâsızlığımız haber verilmiş değildir. Buna rağmen, Hareme, kavminin yanına, böyle silahlı mı gireceksin?

“Halbuki, oraya, yolcu silahı olan kınlarına sokulu kılıçlardan başka bir şeyle girmemek şartını kabullenmiştin?”

Peygamber Efendimiz meseleyi şöyle izah etti:

“Harem’e kınlarında sokulu kılıçlardan başka bir silahla girecek değiliz. Ben çocukluğumdan beri hayatımın her safhasında ancak verdiğim sözde durmakla, vefakârlıkla tanınmış, bilinmişimdir. Fakat, silahların bana yakın bir yerde bulunmasını isterim.”

Kureyş baştemsilcisi Mikrez bin Hafs, aynı sözleri tasdik etti:

“Senden beklenen, sana yaraşan da iyilik ve vefakârlıktır.”2

Durum, temsilciler tarafından süratle Kureyşlilere ulaştırıldı. İçlerini kemiren düşmanlık duygusunun eseri olarak, Müslümanların bu muhteşem sevinç ve nuranî bayramlarını yakından temaşa etmemek için, Kureyşliler Mekke’yi boşalttılar.3

Peygamber Efendimiz Mekke’de

Hz. Resulüllah, müstesnâ bir ihtişam ve vekarla devesi Kasvâ’nın üzerinde Mekke’ye girdi. Müslümanlar etrafında tecessüm etmiş nurdan yıldızları andırıyorlardı. Bu yıldızların arasında Server-i Kâinat Efendimiz bir güneş gibi parlıyordu. Tam bir intizam ve haşmet içinde adım adım Kâbe’yi Muazzamaya, Beytullaha yaklaşıyorlardı. “Lebbeyk Allahümme lebbeyk” nidâları Mekke’nin her tarafına yayılıyor, dağlar, taşlar bu nûranî sadaya cevap veriyorlardı. Müşrikler ise kuytu yerlerde, dağ başlarında âdeta bu ulvî sadaya kulaklarını tıkamış, bu haşmetli manzara karşısında gözlerini kapatmışlardı.

Kasvâ’nın yuları şâir Abdullah bin Ravâha’nın elindeydi. Hz. Resulüllahın önünde gidiyor ve şu şiirini söylüyordu:

“Ey kâfir oğulları, Resûlullahın yolundan çekiliniz!

“Rahman olan Allah, onun Hak Peygamber olduğuna dâir âyetler indirdi.

“Bütün hayır ve iyilik Allah Resûlünde ve onun yolundadır.

“En hayırlı, en şerefli ölüm de onun yolunda çarpışarak ölmektir!”1

Bu ulvî ve nurânî manzara arasında Resûl-i Ekrem ve Müslümanlar telbiyelerle Beytullaha vardılar. Resûl-i Ekrem, Mescid-i Harama girince, omuz ihramının bir ucunu sağ koltuğunun altına alıp, sol omuzunun üzerine atarak sağ omuzunu açtı ve “Bugün, kendisini, şu şirk ehline kuvvetli ve zinde gösterecek kahramanları Allah rahmetiyle yarlığasın, esirgesin”2 buyurdu.

Sonra, Sahabîlere, Kâbe-i Muazzamayı üç kere koşa koşa ve omuzlarını silke silke tavaf etmelerini emretti.(*)3 Zira, Kureyş müşrikleri, “Yanımızdan çıkıp gittikten sonra Muhammed ve Ashabı hastalık ve yoksulluğa uğramıştır” diyerek dedikoduda bulunarak, bir nevi kendilerini teselli etmeye çalışıyorlardı.

Cenab-ı Hak, bütün bu dedikodularını sevgili Resûlüne bildirdiği için, o da Ashab-ı Kirama güçlü ve kuvvetli görünmelerini emrediyordu.

Kâbe’yi tavaf

Hâtemü’l-Enbiya Efendimiz Kasvâ’nın üzerinde idi. Kasvâ’nın yuları ise Abdullah bin Ravâha’nın elindeydi. Sahabîler de sağ omuzlarını açmış, tavaf için bekliyorlardı.

Peygamberimiz, Hacerü’l-Esved’in yanına vardı ve elindeki değnekle dokunarak onu istilâm etti. Sonra da değneği öptü. Ashab-ı Kiram da aynı şeyi yaptı.

Ashab-ı Güzin tavafın ilk üç devresinde Peygamberimizin emri gereği, hızlı hızlı ve çalımlı yürüdüler. Üç tavafı böylece tamamladılar.

Abdullah bin Ravâha, hem Kâbe’yi tavaf ediyor, hem de şiir söylemeye devam ediyordu:

“O Allah’ın ismiyle başlarım ki, dininden başka gerçek din yoktur Onun.

“O Allah’ın ismiyle başlarım ki, Muhammed Resûlüdür Onun.

“Çekilin, ey kâfir oğulları Resûlullahın yolundan!”1

Hz. Ömer, bu hareketinden hoşlanmadı:

“Ey İbni Ravâha! Sen, Resûlullahın önünde, Allah’ın Hareminde bu şiiri söyleyip duracak mısın?” diyerek susmasını istedi.

Hz. Ömer’e, Resûl-i Zişân Efendimiz cevap verdi:

“Ey Ömer! Ona manî olma! Vallahi, onun sözleri, bu Kureyş müşriklerine ok yağdırmaktan daha çok tesirlidir.”2

Sonra da Abdullah bin Ravâha’ya dönerek, “Devam et! Devam et! Ey İbni Ravâha” dedi.3

Aradan bir müddet geçtikten sonra Resûl-i Zişan Efendimiz, Abdullah bin Ravâha’ya şu duayı okumasını emretti:

“Allah’tan başka İlâh ve Ma’bud yoktur! Bir olan Odur! Va’dini gerçekleştiren Odur! Bu kuluna nusret veren Odur! Askerlerine kuvvet veren Odur! Toplanmış bulunan kabileleri bozguna uğratan da yalnız Odur.”4

Ashab-ı Kiramda Hz. Resûlullahın öğrettiği bu duayı hep bir ağızdan söylemeye başladılar.

Müşriklerin şaşkınlığı

Yürekleri düşmanlık, hınç ve kıskançlık dolu müşrik ileri gelenleri, Hz. Resûlullah Efendimizle Ashab-ı Kiramı gözetlemek maksadıyla dağ başlarına çıkmışlardı.

Müslümanların, koşa koşa ve omuzlarını silke silke Kâbe-i Muazzamayı üç kere tavaf ettiklerini görünce, şaşkınlık ve hayretlerini şöyle izhar ettiler:

“Demek, Medine’nin humması, sıtması onları zâif düşürmemiş!

“Baksanıza yürümeye kanaat etmeyip, silkine silkine koşuyorlar!”2

Peygamber Efendimiz, Kâbe’yi yedi kere tavaf ettikten sonra Makam-ı İbrahim’de iki rekât tavaf namazı kıldı. Daha sonra sa’y yapmak üzere Safâ Tepesine çıktı. Yine devesi Kasvâ’nın üzerinde olduğu halde, Safâ ile Merve tepeleri arasında yedi kere sa’y yaptı. Merve’de sa’y tamamlandıktan sonra da kurbanların kesilmesine geçildi. Müslümanlar da Merve’de Hz. Resûlullahla birlikte kurbanlarını kestiler. Yine burada Ashabdan Hıraş bin Ümeyye, Resûl-i Ekrem Efendimizin başını kazıdı. Sahabîler de başlarını tıraş ettiler.3

Böylece Hz. Fahr-i Âlem Efendimizin Hudeybiye seferinden önce, görmüş olduğu rüyâ aynen çıkmış oluyordu.

Hz. Bilâl’in ezan okuması

Umre tamamlandıktan sonra, Hz. Fahr-i Kâinat, Kâbe’nin içine girmek istedi. Ancak müşrikler, “Bu, anlaşmamızda yoktu” diyerek müsaade etmediler.

Öğle vakti girmişti. Kâbe’ye girmesine müsaade edilmeyen Resûl-i Ekrem, Hz. Bilâl’e Kâbe’nin üzerine çıkarak öğle ezanını okumasını emretti. Peygamberimiz ve Müslümanlar, Hz. Bilâl’in yanık sesiyle okuduğu ezanı huşû ve huzur içinde dinlerken, müşrik ileri gelenleri tedirgin ve üzgün görünüyorlardı. Herbirinin ağzından nahoş laflar çıkıyordu. Ebû Cehil’in oğlu İkrime, “Allah, Ebû Cehil’e bu kölenin söylediğini işittirmemek ihsanında bulunmuştur” dedi.

Müşrik Safvan bin Ümeyye, “Şükür ki Allah, bunları görmeden babamı aldı, götürdü” diyerek tedirginliğini ifâde ediyordu.

Halid bin Esîd ise, hadiseden duyduğu üzüntüyü, “Şükürler olsun Allah’a ki babamı öldürdü de, Bilâl’in Kâbe üzerine dikilip bağırdığı bu zamanı görmedi!” diyerek ifâde ediyordu.

Bu arada ezanı işitince hiç bir şey söylemeden yüzünü kapayanlar da görülüyordu.1

Onlar kin, düşmanlık ve kıskançlıklarından dolayı böyle çirkin lâflar ederken, Ashab-ı Kirâm ise saf bağlamış, âlemlerin Rabbi Allah’ın huzurunda el pençe namaza duruyorlardı. Öğle namazı burada edâ edildi.

Hz. Meymûne’nin Peygamberimize nikahlanışı

Asıl ismi Berre olan Hz. Meymûne, Peygamber Efendimizin amcası Hz. Abbas’ın hanımı Ümmü’l-Fadl ile Hz. Câfer’in hanımı Esmâ’nın kızkardeşi idi. Kocasının ölümüyle dul kalmıştı.2

Hz. Abbas, Peygamber Efendimizin onu almasını arzu ediyordu. Bu nedenle Efendimizi her gördüğünde ondan medih ve takdirde bahsederdi.

Son olarak Resûl-i Ekrem Efendimiz, umre için Medine’den yola çıkıp Cuhfe’ye gelip konduğu sırada, Hz. Abbas gidip orada kendisiyle buluşmuştu. O sırada Efendimize, “Yâ Resûlallah! Meymûne bint-i Hâris, dul kaldı. Onu kendine zevceliğe kabul buyursan olmaz mı?” diye teklifte bulundu.3 Peygamber Efendimiz de bu teklifi kabul etti.

Resûl-i Ekrem henüz Mekke’den ayrılmamıştı. Hz. Resûlullahın kendisine dünür olduğu haberini devesinin üzerinde iken alan Hz. Meymûne, “Deve de, üzerindeki de Resûlullah Aleyhisselâmındır” diyerek memnuniyet ve sevincini açıkladı.4

Hz. Abbas da bunun üzerine, Peygamberimizden dört yüz dirhem mehir alarak Hz. Meymûne’yi ona nikâhladı.1

Peygamber Efendimizin (a.s.m.), Hz. Meymûne ile evlenmesinden Kureyş müşrikleriyle arasında bulunan gerginliği bir derece yumuşatmak maksadını güttüğü de söylenebilir. Zirâ, bir müddet daha kalıp Kureyşlilerle konuşma fırsatını elde etmek için bunu vesile kılmak istediğini görüyoruz. Hudeybiye Muâhedesine göre tesbit edilen kalma müddeti üç gündü. Üç gün dolunca Efendimiz, Kureyş ileri gelenlerine şöyle bir teklifte bulundu:

“İsterseniz, âilemle evlenme merasimi yapmak üzere burada üç gün daha kalayım ve teptipleyeceğim düğün ziyafetine sizi de dâvet edeyim.”

Fakat, Kureyş ileri gelenleri bunu kabul etmediler. Temsilci göndererek, Peygamberimizden Mekke’den çıkıp gitmesini istediler.

O sırada Efendimizin yanında Medineli Müslümanların ileri gelenlerinden Sa’d bin Ubâde vardı. Kureyş temsilcilerinin Resûl-i Kibriyâ Efendimize sert konuştuklarına tahammül edemedi ve onlardan biri olan Süheyl bir Amr’a şöyle çıkıştı:

“Burası ne senin, ne de babanın toprağıdır.

“Vallahi, Resûlullah Aleyhisselâm buradan ancak anlaşma hükmü gereği kendi rızasıyla çıkar. Yoksa zorla çıkıp gitmez.”

Bunun üzerine Kureyş’in iki temsilcisi seslerini kestiler.

Peygamber Efendimiz ise bu manzaraya tebessüm buyurdular.2

Mekke’de kalma müddeti dolunca

Hudeybiye Anlaşması gereğince, Mekke’de kalma müddeti olarak tayin edilen üç gün dolmuştu.

Hayatı boyunca düşmanı ile dahi ahdini bozmamış bulunan Hz. Fahr-i Âlem Efendimiz, gönülden kalmayı arzu ettiği halde, ahdine ters düşmemek için Mekke’yi, Kâbe-i Muazzamayı terk etmek zorunda kalıyordu. Aslında bu bir mânâda uzaklaşmak değil, Mekke’yi fethetme zamanına gün be gün yaklaşmaktı. Bundan sonraki her gün, her saat Mekke’nin fethini, onunla birlikte gönüllerin fethini de yakınlaştıracaktı.

Bu üç gün zarfında Müslümanlar, Mekke’deki bir çok akrabalarıyla görüşme imkânına da kavuşmuşlardı. İman hakikatlarını ve İslâm ahlâkının güzellik, yücelik, nezaket ve nezahetini dürüst davranışlarıyla ortaya koyma fırsatını bulmuşlardı. Doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu müşriklerin de gözleri önünde nuranî bir manzara halinde sergilemişlerdi. Bunun neticesinde müşrik azılıları hariç, halktan bir çok kimsenin gönlünde iman ve İslâma karşı sıcak bir ilgi, samimi bir istek uyanmıştı. Âdeta, Mekke fethedilmeden evvel, halkından bir çoğunun gönlü fethe hazır hale gelmişti.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ashabıyla Mekke’den ayrıldığı sırada arkasından mâsum bir ses duydu:

“Amca! Amca!”

Dönüp baktılar. Sesin sahibi şehidlerin efendisi Hz. Hamza’nın biricik kızı Ümâme idi. Mekke’de bulunuyordu. Sesinde bir imdad, bir “Beni kurtarın bu şirk diyarından” ifâdesi ve mânası vardı. Ve sanki, bütün Mekke, bir ağız olmuş, “Beni bırakma” diye bu biricik yavruyla birlikte imdad diliyordu.

Kalbi, şefkat ve merhamet deryasını andıran Resûl-i Ekrem, döndü, minicik yavrunun elinden tutup Medine’ye beraberinde getirdi.1

Resûl-i Ekrem Efendimiz Ashabıyla Mekke’den ayrıldıktan sonra Serif mevkiinde konakladı. Orada Hz. Meymûne ile evlendi.2

Medine’ye dönüş

Peygamer Efendimiz, akşamleyin Serif’ten ayrılıp geceleri yola devam etti. Zilhicce ayı içinde Medine’ye geldi.3

Hz. Hamza’nın Selma bint-i Ümeys’ten doğan kızı Ümâme, Mekke’ye getirilince üzerinde münakaşa çıktı.

Peygamber Efendimiz, Hz. Zeyd bin Hârise ile Hz. Hamza’yı birbirine kardeş yapmıştı. Hz. Zeyd buna istinaden şehâdetinden sonra Hz. Hamza’nın çocuklarının velisi ve vasisi kendisi olduğunu söyledi ve “Kardeşimin kızını görüp gözetmeye, ben daha lâyık ve haklıyım” dedi.

Hz. Câfer bunu duyunca hemen itiraz etti: “Teyze de bir annedir. Hanımım Esmâ bint-i Ümeys, Ümâme’nin teyzesidir. Bu bakımdan onu görüp gözetmeye ben daha lâyık ve haklıyım.”

Hz. Ali ise buna kendisinin daha lâyık olduğunu iddia etti. “Amcamın kızını müşriklerin arasından çıkarıp getiren benim” dedi. “Siz ona, neseben benim kadar yakın değilsiniz. Onu görüp gözetmeye ben, sizden daha haklı ve lâyıkım!”

Meseleyi neticeye bağlamak Hz. Resûlullaha kalmıştı. “Ey Zeyd! Sen, Allah’ın ve Resûlünün dostusun. Ey Ali! Sen de benim kardeşim ve arkadaşımsım. Ey Câfer! Sen de bana yaratılış ve huyca en çok benzeyensin” dedikten sonra şu kararı verdi: “Ey Câfer! Ümâme’yi görüp gözetmeye, sen daha lâyık ve haklısın! Çünkü; onun teyzesiyle evli bulunuyorsun. Kadın ne teyzesi, ne de halası üzerine nikâhlanıp gelemez!”1

Hz. Resûlullah bu hükmü verince, Hz. Câfer sevincinden birden ayağa kalktı. Peygamber Efendimizin çevresinde tek ayak üzerinde seke seke yürümeğe başladı.

Resûl-i Ekrem, “Ey Câfer! Nedir bu yaptığın?” diye sorunca, Hz. Câfer şöyle izah etti:

“Yâ Resûlallah! Habeşliler, sevinçlerinden, krallarına böyle yaparlardı. Necaşî de bir kimseden hoşlandı mı kalkıp böyle hareket ederdi.”2

* * *

Hicretin Yedinci Senesinin Diğer Önemli Hâdiseleri

Hz. Ömer’in Türebe’ye gönderilmesi

Peygamber Efendimiz, Havazin Kabilesinden dört oymağın, Medine’ye takriben 10 km. uzaklıkta bulunan Türebe Vadisinde bir araya geldiklerini haber aldı. Bu oymaklardan biri olan Sa’d bin Bekroğulları, Hayber Yahudilerinin Hicretin altıncı yılında Medine’ye yapacakları baskında kendilerine yardım edecekleri va’dinde de bulunmuşlardı.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicretin 7. senesi Şaban ayında Hz. Ömer’i otuz kişilik bir askerî birliğin başına kumandan tayin ederek Türebe’ye gönderdi.

Düşman, mücahidlerin kendilerine doğru gelmekte olduğunu haber almış ve kaçmıştı. Oraya varan İslâm birliği kimseye rastlamadı.

Hz. Ömer, emrindeki birlikle buradan ayrılarak Medine yolunu tuttu. Cedr denilen mevkie geldiklerinde kılavuz, orada bulunan Has’amoğulları üzerine yürümesini teklif edince, Hz. Ömer, “Resûlullah (a.s.m.), onlarla çarpışmamı emretmemiştir” dedi.

Hiç bir çarpışma olmadan Hz. Ömer birliğiyle Medine’ye döndü.1

Hz. Ebû Bekir’in Havazinlilere gönderilmesi

Bir bakıma Hz. Ömer’in Türebe’ye yaptığı seferi tamamlamak mahiyetini taşıyan bu seferde, Peygamber Efendimiz, yine Şaban ayında Hz. Ömer döndükten sonra Hz. Ebû Bekir’i Necd bölgesindeki Havazinliler üzerine yürümek için vazifelendirdi. Beraberindeki askeri birlikle Havazinlilerin yurduna varan Hz. Ebû Bekir, onlara ansızın bir baskın düzenledi. Bazılarını öldürdüler, bazılarını da esir aldılar. Bir kısım ganimet de ele geçirerek Medine’ye geri döndüler.1

Eban bin Said bin Âs’ın Müslüman olması

Eban bin Sâid bin Âs, Peygamber Efendimizin akrabası idi. Soyu, Efendimizle üçüncü dedesi Abdülmenâf’ta birleşiyordu.

Babası Ebû Uhayha, Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerindendi.

Hudeybiye seferinden önce idi. Eban, ticaret maksadıyla Şam’a gitmişti. Orada karşılaştığı bir Hıristiyan papazına, “Ben Kureyşliyim. İçimizden biri çıktı; Peygamber olduğunu söylüyor. Senin bu husustaki fikrin nedir?” diye sorar.

Papaz, “Onun ismi nedir?” der.

Eban, “Muhammed’dir” cevabını verince, Papaz, “Dur, sana onu tarif edeyim” diye söyler ve Resûl-i Ekrem Efendimizin şekil ve şemâlini, sıfatlarını, babasının, dedesinin soyunu tek tek anlatır.

Eban, Peygamber Efendimizin aynen anlattığı gibi olduğunu söyleyince de Papaz şöyle der:

“Öyle ise, vallahi, o önce Araplara, sonra da yeryüzüne hâkim olacaktır! Sen, o salih zâta benden selâm söyle.”

Bunun üzerine Eban Mekke’ye gelir ve bir takım araştırma ve soruşturmalardan sonra Hicretin yedinci yılı başlarında islâmiyetle şereflenir.2

Hz. Ömer’in Cemile Bint-i Sabit’le evlenmesi

Hz. Ömerü’l-Faruk Hicretin yedinci yılında, Medineli Müslümanlardan Sabit bin Aklah’ın kızı Cemile ile evlendi.

Önceki ismi Asiye olan Cemîle Hatun, Peygamber Efendimiz hicretle Medine’ye gelince, ona ilk bîat edip Müslüman olan on kadından biri idi.

Hz. Ömer, evlendikten sonra onun ismini beğenmeyip, Cemîle diye değiştirdi. Ancak o, bunu kabul etmek istemedi. Annesinin kendisine taktığı isimle yâd edilmesini arzu ediyordu.

Durumu Peygamber Efendimize iletti. Hz. Resûl-i Ekrem ona, “Bilmez misin ki, Allah hakkı Ömer’in diline ve kalbine yerleştirmiştir” dedikten sonra, “Senin ismin Cemîle’dir” buyurdu.

Hz. Ömerü’l-Faruk’un (r.a.) Âsım adındaki oğlu bu Cemîle Hatundan dünyaya gelmiştir.1

Exit mobile version