Bir Muhacir ve Ensar Hikayesi – 21. Yüzyılın Muhacirleri
Zaman ne de çabuk geçmişti. Daha dün gibiydi oysa Sudanlı aile ile tanışmamız. Aradan tam dört yıl geçmişti. Yine böyle bir cuma günüydü. Evet, cuma dediğimiz toplanma günüydü yani.
Dünyadaki bütün Müslümanlar gibi Hakkâri merkez Yeni Medrese Cami cemaati de cuma saatinde inşaatı devam eden yeni medrese caminin taziye evinde Cuma namazı için toplanmıştı. Hakkâri’de yaşayan yerli halktan tutun öğretmen, doktor, her kademeden memura kadar; herkes yerini almış ve bu hutbeyi merakla bekliyordu.
Her zamanki gibi hazırlıklarımı yaptıktan sonra minbere çıktım ve cemaate dönüp selam verdim. Müezzin de selamımı aldı ve insanları namaza davet eden ezan-ı Muhammedîye ile icabet etti…
Müezzinin güzel sesi ile okuduğu ezan-ı Muhammedi caminin duvarlarında yankılanıyordu…Allahu Ekber, Allahu Ekber, Allahu Ekber…Diye devam ediyordu.
Kendimi ezana kaptırmıştım ki, kapı sesi duyuldu. İçeriye üç misafir girdi. Bütün cemaat, ezanla beraber içeri giren baba ve iki çocuğa pür dikkat bakıyordu. Aman Allah’ım, bunlar da kim? Hakkâri böyle bir manzaraya ilk defa tanıklık ediyordu. Şuana kadar misafir kültürünü iyi bilen Hakkâri; ilk defa renkleri farklı, dilleri farklı yeni insanlarla tanışacaktı.
Hakkâri’ye yeni geldikleri ve çok yorgun oldukları yüzlerinden bile okunuyordu. Çünkü çok uzak diyardan, nice sarp yokuşu aşıp Zap vadisinden, dağların kenti Hakkâri’ye gelmişlerdi. Evet, Sudan’dan ülkemize gelmişlerdi ve yetkililerin gerekli izinlerinden sonra önce Konya ya ardından Hakkâri’ye geçici ikametleri uygun görülmüştü. Yani mülteci idiler.
Cuma namazı bitmişti… Ve her zamanki gibi cami cemaatiyle tokalaşıyorduk. Ama aklım hala Bilal-i Habeşî’yi andıran o baba ve çocuklarda idi. Gözlerim onca kalabalık arasında onları arıyordu.
Yabancılığın getirdiği psikolojiyle caminin en arka tarafında cemaati ve beni seyrediyorlardı. Ve göz göze geldik. Hızlı adımlarla onlara doğru ilerledim ve o simsiyah olan eline elimi uzatarak: “Tekabbel Allahu minkum ciitebil hayr” ( Allah kabul etsin. Hoş geldiniz) diyerek musafaha ettim.
Hakkâri’ye geleli daha bir gün olmamıştı Sudanlı Ali ve ailesi… Ülkesindeki sıkıntılardan kaçıp hasta olan anne ve babasını bırakıp beş çocuğuyla daha önce Konya’nın şimdi de Hakkâri’mizin misafirleriydi. Daha doğrusu bizim; yani yeni medrese mahallesinin imtihanıydı. Özellikle cami cemaatimizin…
Cami ve cemaate erken uyum sağlayan Sudanlı Ali beş vakit namazı iki çocuğuyla beraber camide kılıyorlardı. Caminin havası değişmiş cami adeta Medine camisini andırıyordu ve bu ortam hem benim hem de cami cemaatinin hoşuna gidiyordu.
Öğlen namazı sonrasıydı. Tesbihat bitmiş ve dua için eller semaya kalkmış herkes huşu içinde dua ediyordu Rabbine. Ben de Rabbime şöyle niyazda bulunuyordum: Ya Rabbi bize, bu aileye yardım etme fırsatı ver! Tıpkı Ensar’a verdiğin gibi… İnsanlığın bozulmaya yüz tuttuğu bu modern asırda, karşımıza çıkardığın bu fırsatı değerlendirmeyi, 21. Yüzyılın Muhacirlerine Ensar olmayı nasip et. Allah’ım! Binlerce kilometrelik mesafeden gelip de bize misafir olan bu güzel insanlara güzel muamelede bulunmamızı sağla. Bizi bunun sevabından mahrum eyleme. Bize imkân ver, güç ver! Ensar muhacirini nasıl sahiplendiyse bize de sahiplenme gücü ve azmi ver! Âmin!
Mahalleden fakir aileleri de tespit edip, birkaç memur arkadaşla oluşturduğumuz fonla o ailelere de yardımcı olmaya çalışıyorduk. Şimdi de o aileler listesine Ali’nin ailesi de eklenmişti.
Cami cemaatinden birkaç kişiyi yanıma alıp Sudanlı Ali’nin evine gittik. Aman Allah’ım evde hiçbir şey yoktu… Ne yiyecek bir şey ne de bir halı… Anlayacağınız ev gerçekten bomboştu. Bu durum hem beni hem de cemaatimi derinden etkiledi; hatta gördüğümüz manzara karşısında gözyaşlarımıza hâkim olamadık.
Mahallede tabir yerindeyse bir seferberlik başlatıldı. Kimi kap kacak, kimi yastık, kimi yorgan, kimi battaniye, kimi de halı-kilim getiriyordu. Ve elbirliğiyle Ali’nin kirada kaldığı o ev tam anlamıyla döşendi. Öte yandan kış yakacağı da temin edildi.
Ali ve çocukları sevinçten uçacak gibiydiler. Evleri döşenmiş, görüştüğümüz Yusuf amca da o ailenin ekmek masrafını üstlenmişti. Mahalle marketinden her aybaşı Ali’nin ailesinden lazım olan malzemelerin listesi alınıp ona gerekli eşyalar ve erzak gönderiliyordu. İl Müftülüğü Aile ve Dini Rehberlik Bürosu çalışanları da evi sık sık ziyaret ederek yardımda bulunuyorlardı. Ali bu yardımlar karşısında eziliyor, büzülüyor, renkten renge giriyordu. “Hocam, biz daha önce bunları görmedik. Biz ezelden beri varlıklı bir aileydik. Her zaman biz yardımcı olduk başkalarına. Şimdi bunları görünce hem utanıyor hem de sizin gibi değerli insanlarla karşılaştığım, tanıştığım için de seviniyorum. Kaderde buralara kadar gelip sizinle tanışmak da varmış. Her şerde bir hayır olduğunu Rabbim gösteriyor bana. Sizlere minnettarım ve Rabbime şükrediyorum” diyordu
Çocukların okul nakillerini de Konya’dan camiye yakın olan mahalle okuluna aldırdık. Okul kıyafetleri ve kırtasiye ihtiyaçları hayırsever mahalle sakinleri tarafından temin ettirdik. Çok güzel Türkçe konuşabilen çocuklar okula gidip boş vakitlerini de camide değerlendiriyorlardı. Ali de bizlerden hiç ayrılmıyordu. Taziyelerde, düğünlerde, ziyaretlerde bizlere eşlik ediyordu. Yani tam anlamıyla Hakkâri’ye ısınmıştı. Yeni medrese camii cemaati onlara gurbeti hiç yaşatmamıştı.
Bu arada çocukların eğitim durumuyla ilgileniyor, okula gidip öğretmenleriyle görüşüyordum… Okul bitmiş dönem sonu gelmişti. Çocukların aldıkları takdirname hem ailesini hem de beni çok sevindirmişti. Çocuklardan iki tanesi dördüncü sınıfı bitirmişti. Beşinci sınıf için kayıtları İmam Hatip’e yaptırdım. Arapçayı iyi konuşan bu çocukların imam hatipten sonra ilahiyat okumaları ve belki de Diyanet camiasına bu çocukların kazandırılması ve en önemlisi uluslararasında bizleri temsil etmeleri en büyük hayalimdi.
Hakkâri’ye geleli iki yıl olmuştu. Her zamanki gibi Ali ve dört erkek çocuğu cami safındaki yerlerini almış ve huşu içinde kıldıkları namaz bitmişti. Hüzünlü oldukları gözlerinden okunuyordu. Onların bu hallerini fark edip sorunca: “Hocam bize gelen talimata göre Burdur’a gitmemiz gerekiyor” dedi ve gerisini getiremedi… O simsiyah yüzün içine gömülü ve parlayan gözlerden akan yaşlar beni etkilemiş, ikimiz de kendimize hakim olamamıştık. Musafaha ettim. Allah’ım, bu ne güzel bir kardeşlik. Biri Sudan’dan diğeri güzel ülkenin en doğusundan, Hakkâri’den… Birbirleriyle en ufak bir kan bağı yok; hatta renkleri farklı, ırkları, dilleri farklı…Ama onları birleştiren bir Kur’an’ları vardı ve Hatemu’l Enbiya vardı. O’nun getirdiği mesaj vardı… Çünkü O, Medine’de bunun temellerini atmıştı.
İki yıldır mahallenin ve caminin neşesi haline gelen bu aile artık yolcuydu. Bu durum cami cemaatini de derinden etkilemiş hatta: “Hocam, yok mu bir yolu bir şeyler yapalım da bu aile gitmesin diyorlardı” ama aile çoktan hazırlıklara başlamıştı bile. Eşyalarını toplamış ve valiliğin verdiği nakitle biletlerini de almışlardı. Ayrılık artık çok yakındı. İki yıl önce ağlaya ağlaya geldikleri Hakkâri’den ağlaya ağlaya ayrılacaklardı şimdi. Bu aileye karşı son görevimi yapmak istiyordum. Ve hemen aklıma koordinatörlüğünü yaptığım Aile ve Dini Rehberlik Bürosu’nun gönüllü çalışanları geldi. Çünkü bu büro zor günlerde yardıma koşan bir ekipten müteşekkildi. Gerekli görüşmeler yapıldı. Kısa zamanda gerekli yardım toplanarak Sudanlı aileye takdim edildi,.
Mutluluğumu ifade edecek kelime bulamıyordum. Çünkü meslek yıllarımın ve belki de hayatımın en verimli en güzel iki yılını bunlarla geçirmiştim… Ama onların ayrılık zamanı gelmişti. Veda ziyaretlerini ailece yapmış ve ekmeğini yemiş suyunu içmiş ne kadar aile varsa hepsine teker teker veda ziyaretinde bulunmuştu. Cami cemaatiyle de yatsı namazından sonra vedalaşıp gözyaşları içinde camiden ayrılmıştı Ali ve çocukları.
Ertesi gün terminaldeydik hep beraber. Muavinin “haydi, Van yolcusu kalmasın” nidası sessizliği bozdu. Yolcular binmiş Ali ve ailesini bekliyorlardı. İki yıl önce tanıştığımız ve kendilerine kucak açtığımız Bilal-i Habeşi’nin emanetleri bizi bırakmak istemiyorlardı. Ama dünya işte, ayrılık insanın bir realitesi, bu bazen böyle geçici yakalar, bazen de sizi alıp götürür….
Önce en büyük çocuğu Şerafettin vedalaştı benimle. Daha sonra Ahmet, Hasan ve Bedrettin, daha sonra da iki yaşındaki küçük Nun’u kucağıma alarak öptüm. Sıra Ali ile vedalaşmaya gelmişti. Ali ile göz göze gelip son kez bakıştık. İkimizde duygulu anlar yaşıyorduk gözlerimiz kızarmış gözyaşları ile dolmuştu ve çok geçmeden yanaklarımızdan sicim sicim süzülmeye başladı. Bu durum bütün yolcuların dikkatini çekmişti. Gözyaşı, hüzün ve buruk bir vedalaşma;
“Hocam dedi titrek ve ağlamaklı sesi ile Ali, bu benim Sudan’dan ikinci ayrılışımdır. Ben bu gün hayatımın ikinci hicretini yaşıyorum.”
Yılmaz ÖNAL – Cezaevi Vaizi / Hakkâri İl Müftülüğü
Kaynak: Uluslararasıiyilik