Efendimiz S.A.VMedine Dönemi

Hicretin Dördüncü Senesi

Reci’ Vak’ası

Hicretin 4. senesi, Sefer ayı. Uhud Harbinden sonra Müslümanların harpteki mağlubiyetleriyle zaafa uğradıkları zannına kapılan etraftaki bazı Arap kabilelerinde İslâmın merkezi Medine’ye karşı bazı kıpırdanma ve hareketlenmeler görüldü. Harekete hazırlananlardan biri de Huzeyl Kabilesinden Halid bin Süfyan idi. Medine üzerine yürüyebilmek için hazırlıklarını tamamlamıştı ki, Peygamber Efendimiz durumu haber almıştı. Ashab-ı Suffadan Abdullah bin Üneys’i haberin doğruluğunu tahkik etmek için göndermişti. Yayılan haberin doğru olduğunu bizzat hareketi planlayan Halid bin Süfyan’dan öğrenen Abdullah bin Üneys bir fırsatını kollayıp, kılıcıyla onu öldürmüştü.1

Bu hâdise, civar kabilelerin bir müddet sessiz sedâsız durmalarını sağlamıştı, ama Müslümanlara karşı intikam ve taarruz hırslarını da bilemiş oluyordu.

Sinsi düşman, açıktan açığa Müslümanlara karşı çıkamayacağını anlayınca, bu intikam duygusunu tatmin için başka yollar aradı. Ma’sum kılığına girerek Adal ve Kare kabilesine mensup altı kişilik bir heyet Medine’ye çıkageldi. Müslüman olduklarını söyleyerek Peygamber Efendimizin huzuruna çıktılar ve şöyle dediler:

“Yâ Resûlallah! Kabilemiz arasında İslâmiyet yayılmış durumda. Sahabîlerinden bir kaçını İslâm hükümlerini tebliğ etmek, Kur’ân okuyup öğretmek üzere bizimle beraber gönder!”2

Resûl-i Ekrem, İslâma hizmet teşkil edecek bu ma’sum ve ma’kul görünen talebi cevapsız bırakmadı. Mersed bin Ebî Mersed başkanlığında 10 Sahabîyi gelenlerle birlikte gönderdi. İrşad vazifesi ile yola çıkan on Sahabîden isimleri bilinen yedisi şunlardı: Mersed bin Ebî Mersed, Hâlid bin Ebî Bukeyr, Abdullah bin Târık, Âsım bin Sâbit, Hubeyb bin Adiyy, Zeyd bin Desinne ve Muattib bin Ubeyd.1

İrşad heyeti, Huzeylilere âit Reci’ adındaki su başına geldiklerinde âdi ve alçakça bir hıyânetle karşı karşıya bulunduklarını anladılar. Bir anda Benî Lihyan’dan yüz kadar okçunun hücûmuna maruz kaldılar. “Biz Müslüman olduk, bize irşad heyeti gönder” diye yalvaran bu adamlar, şimdi Müslüman mürşidleri Lihyanlıların okçularına teslim ediyorlardı.

Müslümanlar kılıçlarını sıyırarak bir dağa iltica ettiler. Kendilerini kılıçlarıyla müdâfaa etmeye kalktılarsa da kısa zamanda mukavemetleri kırıldı. Hâinler, Müslümanların sığındıkları dağın etrafını sardılar:

“Eğer yanımıza inip teslim olursanız sizi öldürmeyiz!” diye seslendiler. Müslüman muallimler, müşriklerin bu sözlerine güvenmeyip teslim olmayı reddettiler. İçlerinden Âsım bin Sâbit, “Ben, müşriklerin himâyesini ömrüm boyunca kabul etmemek üzere yeminliyim. Vallahi, ben bu kâfirlere asla teslim olmam!” dedi.

Sonra da, “Allah’ım! Resûlünü durumumuzdan haberdar et!” diye duâ etti. Bir taraftan da müşriklere ok yağdırıyordu. Ok atarken de, “Ben ne diye çarpışmayayım ki, gücüm, kuvvetim yerinde, oklarım yanımda, yayımın kirişi kalın, enli temrünler sebebiyle kayıp gitmekte.

“Ölüm hak, dünya boş ve geçicidir.

“Takdir edilen elbette başa gelecektir.

“İnsanlar er geç Allah’a dönecektir.

“Eğer, ben sizinle çarpışmazsam annem evlâdsız kalsın,” diyordu.1

Bu kahraman Sahabî, oku bitince, mızrağını kullanmaya başladı. O da kırılınca kılıcına sarıldı. Böylece bir çok müşriği yere serdikten sonra son duâsı şu oldu:

“Allah’ım! Ben, Senin dinini korumaya çalıştım. Sen de cesedimi müşriklerden koru!”

Diğer Sahabîler de kahramanca çarpıştılar. Ancak, yüz kişiye karşı on kişi ne yapabilirdi ki! Sonunda aralarında Âsım bin Sâbit’in (r.a.) bulunduğu yedi Sahabî müşrik oklarıyla şehid oldular. Geri kalan üç Sahabî ise, müşriklerden kendilerini öldürmeyeceklerine dair kesin söz alınca teslim oldular. Müşrikler üçünü de yaylarının kirişleriyle sıkıca bağladılar. Sonra Mekke’nin yolunu tuttular. Maksatları, onları götürüp Müslümanlara karşı kalpleri kin ve nefretle dolu Kureyş müşriklerine satmaktı.

Yolda Abdullah bin Tarık, bir fırsatını kollayıp kaçtı. Ancak bu kaçış, hayata değil, şehâdete idi. Müşriklerin attıkları taşlarla o da şehid oldu. Geriye iki kişi kaldı: Zeyd bin Desinne ve Hubeyb bin Adiyy. Bunları da götürüp Mekke’de sattılar.

Âsım bin Sâbit, Uhud Muharebesinde Sülâfe adındaki azılı bir müşrik kadının iki oğlunu öldürmüştü. Bu şerir kadın, Hz. Âsım’ın başını eline geçirdiği takdirde, onunla şarap içeceğine dair yemin etmişti. Lihyanoğulları bunu biliyorlardı. Bu sebeple hunharca şehid ettikleri Hz. Âsım bin Sâbit’in başını alıp Mekke’deki bu kadına götürmek istiyorlardı. Ancak Allah kendilerine bu fırsatı vermedi. Âsım bin Sâbit’in (r.a.) şehid olmadan az önce, “Allah’ım! Müslüman olduğum günden beri Senin yüce dinini müdafaa ve himâye etmek için nefsimi fedâ ettim. Bugün son günümdür. Sen de benim cesedimi müşriklerin dokunmasından muhafaza eyle”2 diye ettiği duâsını Cenâb-ı Hak kabul etti. Müşrikler cesedinin başına yaklaşmak istediği sırada, cesedin başında birden bir arı sürüsü peyda oldu ve onları cesede yaklaştırmadı. Bunun üzerine cesedi sabahleyin gelip almak üzere ayrıldılar. Ancak sabahleyin geldiklerinde cesed ortada yoktu. Şaşırdılar. Çünkü Cenâb-ı Hak, gece bir yağmur yağdırmış ve bu büyük Sahabînin

cesedini necis müşriklerin ellerinin dokunmasına fırsat vermeden sellere sürükletip götürmüştü.

Hz. Hubeyb ile Hz. Zeyd’in şehâdeti

Lihyanoğulları tarafından Mekke’ye götürülen Hz. Hubeyb bin Adiyy ile Zeyd bin Desinne Bedir’de yakınları öldürülenler tarafından satın alınmış ve hapsedilmişlerdi. Kureyş’in kararı bu iki Sahabîyi şehid etmekti. Bir müddet hapiste işkence ve eziyetlere maruz bıraktıktan sonra, bir gün alıp ikisini birlikte Ten’im mevkiine götürdüler. İki kahraman Sahabî son olarak kucaklaşıp birbirlerine sabır tavsiyesinde bulundular.

Ten’im denilen yer, sanki bayram yeriymiş gibi, çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın erkekle dolmuştu. Bu iki ma’sum Sahabînin ma’ruz kalacakları gaddar hareketi seyre gelmişlerdi. Hürriyet ve insanlığı ayaklar altına alan canîleri alkışlamaya koşmuşlardı. Yarım kalan Uhud muvaffakiyetleriyle, Bedir mağlubiyetinin acısını çıkaramadıklarını biliyor ve o acıyı, hıncı ve intikamı, bu iki ma’sum, müdafaasız ve silâhsız Sahabîyi darağacında sallandırmakla almaya çalışıyorlardı.

Çukur kazılmış, direk dikilmişti. Hz. Hubeyb’i direğe doğru götürdüler. Gönlü Allah ve Resûlünün muhabbetiyle dopdolu Hz. Hubeyb, telâşsız, tereddütsüzdü. Dini uğrunda şehid olmayı en büyük şeref biliyordu. İki rekât namaz kılmak için müsâade istedi. İzin verilince bütün samimiyeti ile Yüce Mevlâsının huzuruna yöneldi. İki rekât namazını kıldıktan sonra müşriklere dönerek, “Vallahi,” dedi, “eğer Hubeyb ölümden korktu da namazı uzattı demeyecek olsaydınız, namazı uzatır ve çoğaltırdım.”1 Hz. Hubeyb bu hareketiyle, idamdan önce, iki rekât namaz kılma âdetini de başlatan ilk insan oluyordu.2

Müşrikler ona, “Muhammed’in dinini terk eder ve ecdadının dinine dönersen sana emân veririz!” dediler.

Kahraman Sahabî, “Vallahi hayır! İslâmdan asla dönmem. Hattâ dünya, içindekilerle beraber bana verilse yine de dönmem!” diye cevap verdi.

Bu sefer müşrikler, “Doğru söyle, şimdi senin yerinde Muhammed olsa ve sana bedel o öldürülse memnun olurdun, değil mi?” diye sordular.

Gönlü Resûlullaha muhabbetle yanıp tutuşan Sahabîden gelen cevap müşrik cânileri şaşırttı, tüylerini diken diken etti:

“Allah’a yemin ederek söylüyorum ki, Peygamberimin ayağına bir diken batmaktansa, evimden, hayatımdan, çoluk çocuğumdan olmaya razıyım.”

Müşrikler fedakârlığın böylesini görmemiş, Allah ve Resûlüne bağlılığın tatlı saâdetini yaşamamış oldukları için Hubeyb Hazretlerinin bu cevaplarına gülüp geçiyorlardı.

Etrafına bakan büyük insan hiç bir nurânî yüz göremiyordu. Bütün suratlar abustu, şirkin çirkinliği yüzlerine aksetmişti sanki. Resûlullaha selâmını iletecek kimseler yoktu o kocaman kalabalıkta. Bizzat kendi ağzıyla, hayatını uğruna fedâ ettiği Resûlullaha darağacında selâm yollamaktan başka çaresi yoktu. Şöyle niyazda bulundu:

“Allah’ım, şu anda düşman yüzlerden başka yüz göremiyorum. Allah’ım, şurada selâmımı Resûlüne ulaştıracak hiç kimse yok. Ne olur, ona selâmımı Sen ulaştır.

“Allah’ım! Sen, bize Resûlünün peygamberliğini bildirdin. Bize revâ görülenleri de ona sabahleyin bildir.”1

Bu hazin duâ yapılırken, Resûl-i Ekrem Efendimiz de Medine’de Hubeyb’in selamını, “Aleykesselâm” diyerek aldı. Sonra Ashabına dönerek, “Kureyş, Hubeyb’i şehid etti” buyurdu.

Hz. Hubeyb ise şehid edilmeden önce, eli kolu ağaçtan direğe bağlı bekletiliyordu. Karşılarında, babaları öldürülmüş kırk genç ellerinde mızraklarla duruyorlardı. Emir alınca dört bir taraftan mızrakları bu aziz Sahabînin vücuduna batırmaya başladılar. Hubeyb’in işkenceler altında ruhunu teslim etmesini istiyorlardı. Bir ara Hz. Hubeyb’in yüzü Kâbe’ye döndü. Allah’a bundan dolayı hamdetti, “Hamdolsun O Allah’a ki, yüzümü, kendisinin, Resûlünün ve mü’minlerin razı oldukları kıbleye çevirdi” dedi.

Kureyş müşrikleri buna da tahammül edemediler ve onun yüzünü Kabe’den çevirdiler. Fakat, fedakâr Sahabî yüzü Kâbe’ye doğru şehâdet makamına erişmek istiyordu. Rabb-i Rahimine, “Allah’ım! Eğer ben Senin katında hayırlı bir kul isem, yüzümü kıblene çevir” diye yalvardı.

Kıbleye çevrilen Hubeyb Hazretlerinin yüzünü müşrikler bir daha başka tarafa çeviremediler.2

Hz. Hubeyb’in ruhuyla yüce âlemlere yükselme zamanına kısa bir süre kalmıştı. Ruhunu teslim etmeden önce kendisine, Allah ve Resûlüne îmân ve muhabbetten dolayı bu zulmü, bu eziyeti revâ görenlere şöyle bedduâ etti:

“Allah’ım! Kureyş müşriklerini mahvet! Topluluklarını tarumâr et! Onların birer birer canlarını al! Hiç birini sağ bırakma Allah’ım!”3

Yüksek sesle yapılan bu bedduâ, Ten’im mevkiinde yankılandı. Îmânsız kalblere müthiş bir korku verdi. Kimisi yüzü koyun yere uzandı, kimi kulağını tıkadı. Bu korku Hubeyb Hazretlerinin şehadetinden çok sonraya kadar da devam etti.

Mızraklar göğsüne saplı Hz. Hubeyb o ibret verici manzara içinde bir müddet Allah’ın varlık ve birliğini, Resûlünün Hak Peygamberliğini şirk ehlinin suratlarına haykırdı. Az sonra da hayatını şehâdet mertebesiyle noktaladı.

Böylece Allah yolunda darağacında ruhunu teslim eden ilk Müslüman oldu.

Hz. Hubeyb’in şehâdetini, Hz. Zeyd’in şehâdeti takib edecekti. Müşrikler onu da Ten’im’e alıp getirmişler ve darağacına bağlamışlardı. Hz. Hubeyb’e yapılan tekliflerin aynısı ona da yapıldı. Fakat, bu büyük Sahabî de, Hubeyb’in verdiği aynı cevapları pervasızca verdi. Ebû Süfyan bu durum karşısında hayret ve takdirini gizleyemedi, şu itirafta bulundu:

“Ben, insanlar arasında Ashabının Muhammed’i sevdiği kadar hiç bir kimsenin, hiç bir kimseyi sevdiğini şimdiye kadar görmüş değilim.”1

Tekliflerinden netice alamayan müşrikler, Hz. Zeyd’i oklarına hedef aldılar ve onu da şehid ettiler. Cesedi bağlı bulunduğu yerde kalan büyük Sahabînin ruhu kimbilir hangi yüce âlemde tayeran ediyordu…

Her iki Sahabî de îmânlarında, Allah ve Resûlüne sadakatte zerre kadar tereddüde düşmeden işte böylesine imrenilebilecek güzel bir surette hayat defterlerini kapadılar.

* * *

Bi’r-i Maûna Faciası

Hicretin 4. senesi, Sefer ayı idi. Benî Âmir Kabilesinin efendisi ve reisi Ebû Berâ’ Âmir bin Mâlik, Peygamberimizi ziyaret maksadıyla Medine’ye geldi. Ebû Berâ, samimi bir insan, Resûl-i Ekrem ve Müslümanlara dost biriydi. Efendimize hediye etmek üzere de iki at ve iki deve getirmişti. Ancak Resûl-i Ekrem, “Ben, müşriklerin hediyesini kabul edemem. Eğer hediyenin kabul edilmesini istiyorsan Müslüman ol!” diyerek onun hediyesini kabul etmedi ve kendisini Müslüman olmaya dâvet etti.

Ebû Berâ o anda Müslüman olmadı, ama İslâmiyete karşı gösterdiği alâkadan da vazgeçmedi. Peygamber Efendimize, “Yâ Muhammed! Beni dâvet ettiğin din, pek güzel, pek şereflidir. Kavmim benim sözümü dinler. Eğer Sahabîlerinden birkaçını Kur’an ve Sünneti öğretmek üzere gönderecek olursan, ümit ederim ki, dâvetini kabul ederler” dedi.1

Resûl-i Kibriya Efendimiz, Necid halkına pek güvenmiyordu. Ashabına bir hâinlikte bulunabilirler endişesini taşıyordu, “Göndereceğim kişiler hakkında Necid halkından korkarım” diyerek de bu endişesini izhar etti.

Ancak Ebû Berâ’ teminat verdi. “Onları ben himâyeme aldıktan sonra, Necid halkının onlara dokunması hadlerine mi düşmüş?” dedi.

Ebû Berâ’nın güvenilir, sözüne itimad edilir biri olması, Peygamber Efendimizin endişesini giderdi. Sonunda 40 veya 70 kişiden ibâret irşad heyetini göndermeye karar verdi. Altısı Muhacir, diğerleri Ensardandı. Hepsi de Suffa ehli idi. Başlarına Münzir bin Amr tayin edildi.2

Peygamber Efendimiz, ayrıca Necid halkına ve Benî Âmir reislerine verilmek üzere heyetle birlikte bir de mektup gönderdi.

İrşad ve tebliğ heyeti Bi’r-i Maûna denilen mevkie vardı. Burası Medine’nin doğu tarafına düşen Süleym ile Âmiroğulları yurtları arasında kalan Benî Süleym’e âit bir su kuyusu idi. Burada Hz. Resûlullahın mektubunu Âmir bin Tufeyl’e götürmek vazifesini, Haram bin Milhan üzerine aldı. Bu Sahabî mektubu getirip ona teslim etti. Ne var ki, mektubun muhatabı Âmir, okuma gereği bile duymadan elçi Sahabîyi orada şehid etti.1 Aziz şehidin bu adamın darbeleri altındaki son sözleri şunlar oldu:

“Allahü Ekber! Kâbe’nin Yüce Rabbine yemin olsun ki, kazandım gitti!”2

Âmir bin Tufeyl, bu ma’sum Sahabîyi şehid etmekle de yetinmedi. Âmiroğullarını heyetteki diğer Sahabîleri de öldürmek için yardıma çağırdı. Ancak, Âmiroğulları önceden Ebû Berâ, gelecek irşad heyetine dokunmayacaklarına dair söz vermiş bulunduklarından, bu adamın yardımına yanaşmadılar.

Benî Âmir’den yardım konusunda red cevap alan Âmir bu sefer kendisi gibi gözleri ve gönülleri kan ve kinle dolmuş Süleymanoğullarından bir kaç kabilenin yardımını temin etti. Hep birlikte Maûna Kuyusu mevkiinde olup bitenlerden habersiz bekleyen masum Sahabîleri de şehid etmek üzere harekete geçtiler.

Bu arada, mektubu götüren Sahabînin geciktiğini gören irşad heyeti, dinlendikleri Maûna Kuyusu mevkiinden durumu öğrenmek üzere Necid bölgesine doğru yol almışlardı. Tam o sırada, karşılarında elleri silahlı kalabalık bir müşrik topluluğu buldular.

Sahabîler kılıçlarını sıyırarak kendilerini çepeçevre kuşatanlara, “Vallahi bizim sizinle hiç bir işimiz yok. Biz sadece Peygamberimizin verdiği bir vazife için yolumuza gidiyoruz” dediler.3

Fakat, kana susamış müşrikler, bu sözlere aldırış bile etmediler. Kararları kesindi. İslâm ve îmânı öğretmek kudsî vazifesiyle yola çıkan bu fedakâr Sahabîleri, teker teker şehid edeceklerdi.

Başlarına gelecekleri fark eden Sahabîler, el açarak Rabb-ı Rahîmlerine şöyle yalvardılar:

“Ey Rabbimiz! Durumumuzu Resûlüne haber verecek burada kimsemiz yok. Selâmımızı ona Sen ulaştır! Peygamberin vasıtasıyla kavmimize haber ver ki: Biz Rabbimize kavuştuk. Rabbimiz bizden razı oldu ve bizi de razı etti.”1

Aynı anda Cebrâil (a.s.) bu kahraman Sahabîlerin selâmını ve durumlarını Resûl-i Kibriyâ Efendimize ulaştırdı. Selâmlarına, “Aleyhimüsselâm” diyerek karşılık veren Resûl-i Ekrem, Ashabına dönerek müşriklerin bu fedakâr kardeşlerini şehid etmek üzere olduklarını haber verdi ve onlar için mağfiret dilemelerini istedi.

Peygamber Efendimiz, Ashabına bu haberi iletirken irşad heyetinde bulunan Sahabîlerin bir kaçı müstesna diğerleri hâin düşman mızraklarıyla delik deşik edilmiş ve şehid olmuşlardı. Kurtulan Sahabîlerden ikisi, deve gütmeye gitmişlerdi, biri ise öldü diye şehidler arasında terk edilmişti. Develeri güden iki Sahabî, bir müddet sonra Bi’r-i Maûna mevkiine dönünce dehşetli manzarayla ürperdiler. Bu ciğer parçalayıcı sahne karşısında gözyaşı döktüler. Kendine hakim olamayan biri, müşriklerin arkasına takıldı ve şehid oluncaya kadar kendileriyle çarpıştı. Diğeri ise esir alındı, ancak sonradan serbest bırakıldı. Şehidler arasında öldü diye terk edilen Ka’b bin Zeyd Hazretleri ise müşrikler ayrıldıktan sonra, çıkıp Medine’ye geldi.2

Peygamberimizin bedduâsı

Bu seçkin Sahabîlerinin haince bir suikaste kurban gitmelerinden dolayı Peygamber Efendimiz son derece üzüldü.

Enes bin Mâlik, “Resûlullahın Bi’r-i Maûna’da şehid edilen Ashaba yanıp üzüldüğü kadar hiç bir kimseye, hiçbir şeye yanıp üzüldüğünü görmedim”1 der.

Duyduğu derin üzüntü, Peygamber Efendimizi, bu canilikte bulunanlara bedduâ etmeye kadar götürdü. Haber aldığı gecenin sabah namazında birinci rekâttan sonra ikinci rekâtın rükûundan doğrulunca şu bedduâda bulundu:

“Allah’ım! Mudar kabilelerini kahreyle. Allah’ım! Onların yıllarını Yusuf Peygamberin kıtlık yılları gibi çetin yap, başlarına dar getir. Allah’ım! Lihyanoğullarını, Adal, Kare, Zi’b, Rı’l, Zekvan ve Usayya kabilelerini sana havale ediyorum. Zira, onlar Allah’a ve Resûlüne karşı geldiler.”2

Peygamberimiz, bu bedduâsına bir ay boyunca, vakit namazından sonra devam etti. Sahabe-i Kiramda “Âmin” dediler.3

Fahr-i Kâinatın bu duâsı kabul olundu. Kısa bir müddet sonra adı geçen bölgede kıtlık, kuraklık başladı. Yağışlar, sular kesildi, her taraf yanıp kavruldu. Diğer taraftan Ebû Berâ da Resûl-i Ekrem Efendimizin, “Bu, Ebû Berâ’nın başımıza getirdiği bir iştir” sitemine ve yapmış olduğu himâye taahhüdünün yeğeni Âmir bin Tufeyl tarafından böylesine canice çiğnenmesine tahammül edemedi ve üzüntüsünden hastalanarak kısa zaman sonra öldü.

Ard arda meydana gelen Reci’ ve Bi’r-i Maûna faciâlarında seksen kadar güzide Sahabî şehid düşmüştü.

Faciâdan, Mudarîlerden olduğunu söylemekle kurtulan Amr bin Ümeyye, Medine yolunu tuttu. Yolda iki adama rastladı. Bi’r-i Maûna’da Sahabîleri şehid eden kabileye mensub kimseler olduğu zannıyla bir fırsatını bulup onları öldürdü.

Medine’ye gelip durumu haber verince, Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Sen ne kötü bir iş yaptın” buyurdu.

Zira, bu iki kişi Âmiroğullarından idiler ve Medine’ye gelerek Peygamberimizle görüşmüşlerdi. Ayrılırken de Resûl-i Ekrem kendilerine bir emân ve dokunulmazlık yazısı vermişti. İşte Amr’ın öldürdüğü emân verilmiş bu kimselerdi.

Dokunulmazlık yazısını, öldürülen iki kişiyle Peygamber Efendimizden başkası bilmiyordu. Buna rağmen Resûl-i Ekrem, verdiği sözün, bu sözünden haberi olmayan bu Sahabî tarafından ihlâl edilmesi sebebiyle öldürülenlerin diyetini ödedi. Böylece verdiği söze ve yaptığı antlaşmaya sadakatını göstermiş oldu.

* * *

Benî Nadir Gazâsı

Hicretin 4. senesi, Rebiülevvel ayı (Milâdî 625). Benî Nadir, Harun’un (a.s) neslinden gelen zengin ve güçlü bir büyük Yahudî kabilesi idi. Medine’ye iki saatlik mesafede Mekke yolu üzerinde sağlam kale ve hisarlarda otururlardı. Resûl-i Ekrem Efendimizle, İslâmiyet ve Müslümanların aleyhinde bulunmamak, bu hususta herhangi bir düşmana yardımcı olmamak, ayrıca ödenecek diyetler konusunda da yardımda bulunmak üzere antlaşmaları vardı.1 Ancak buna rağmen Kureyş müşrikleri ve Medine münafıkları el atından işbirliği yapma gayretlerinden de vazgeçmiş değillerdi. Bilhassa Uhud Harbinden sonra müşrikler ve münafıklarla olan münasebetlerini daha da arttırmışlardı.

Daha önce bahsettiğimiz gibi, Ashabdan Amr bin Ümeyye Peygamberimizden emân almış Amir Kabilesinden iki kişiyi yanlışlıkla öldürmüştü. Benî Nadir Yahudilerinin altına imza attıkları anlaşmaya ne derece sadık olduklarını anlamak maksadıyla yanına Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Zübeyr bin Avvam, Hz.Talha bin Ubeydullah, Hz. Sa’d bin Muaz ve Hz. Üseyyid bin Hudayr’ı (r.a.) alarak yurtlarına gitti.

Yahudiler, önce Peygamber Efendimizi müsbet ve güleryüzle karşıladılar. Hatta kendilerine kadar gelmiş olmalarından memnunluk duyduklarını, üzerlerine düşen görevi yerine getireceklerini bile açıkça ifâde ettiler.2

Peygamber Efendimiz, Ashabıyla bir evin duvarı dibine oturdu. Peygamber Efendimizi zahiren gayet iyi karşılayan Yahudiler ise bir köşeye çekilip aralarında konuşmaya başladılar.

“Siz bu adamı öldürmek için, şu andan daha müsait bir durum bulamazsınız. Hemen şu evin damına çıkarak, onun üzerine bir kaya parçası bırakıp ondan kurtulmalıyız” dediler. Sonra da, “Hemen şimdi bu işi kim yapar?” diye sordular.

İçlerinden Amr bin Cahhaş adlı şahıs ortaya atıldı, “Ben yaparım” dedi.1

Bu esnâda ileri gelenlerinden biri olan Sellâm bin Mişkem söz aldı.

“Ey kavmim! Bu sefer sözümü dinleyiniz. Ondan sonra isterseniz her zaman bana muhalefet ediniz” dedikten sonra, sözlerine şöyle devam etti:

“Vallahi, siz böyle bir işe teşebbüs edecek olursanız, bu ona vahiy ile haber verilir. Bununla kendimize yazık etmiş oluruz. Hem bu, onunla aramızdaki anlaşmayı da ihlâl sayılır. Geliniz, böyle bir karardan vazgeçiniz. Eğer, böyle birşeye teşebbüs ederseniz, bu Yahudîlerin kökünün kazınması, İslâmiyetin ise yükselip Kıyâmete kadar durması demek olur.”2

Peygamberlere hiyanet etmekle tanınan Yahudîler buna rağmen kararlarından vazgeçmediler. O esnâda vazifeyi üzerine alan Amr bin Cahhaş da Peygamberimizin üstüne taş bırakmak üzere dama çıktı.

Tam o esnâda tertiplenen suikast ve hiyaneti Cebrâil (a.s.) gelip Peygamber Efendimize haber verdi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bir ihtiyaç gidermek istiyormuş gibi davranarak yerinden kalkıp Medine yolunu tuttu. Hatta Sahabîler, tekrar gelecek zannıyla bir müddet orada oturdular. Gelmediğini görünce onlar da kalkıp oradan ayrıldılar.

Bir Yahudî olan Kinâne bin Surıyâ, “Muhammed ne için kalkıp gitti, biliyor musunuz?” diye sordu.

Yahudîler, “Hayır” dediler, “biz bilmiyoruz. Sen biliyorsan anlat.”

Kinâne anlatmaya başladı. “Tevrât’a yemin olsun ki, ben, plânladığınız suikastın, Muhammed’e haber verildiğini biliyorum. Kendinizi boşuna aldatmayınız. Vallahi, o Allah’ın Resûlüdür. Hem de peygamberlerin sonuncusudur. Ona, tasarladığınız suikast haber verildiği için kalkıp gitti.

“Siz, onun Hârun Peygamberin neslinden gelmesini umuyordunuz. Allah ise dilediğinden seçip gönderdi.

“Biz, Tevrat dersimizde en son gelecek olan ‘O peygamberin doğum yeri Mekke’dir. Hicret yeri, Yesrib’tir’ diye hiç değiştirmeden yazmışızdır.

“Gelecek son peygamberin sıfatı da, buna tamamıyla uymaktadır. Kitabımızdakine bir harf bile aykırı tarafı yoktur.

“Ondan önce, sizinle çarpışan kimse olmayacaktır. Ben, sizin eşyalarınızı develere yükleyip göç ettiğinizi, çocuklarınızın feryatlarını, evlerinizi, barklarınızı, mal ve mülklerinizi geride bırakarak gittiğinizi görür gibi oluyorum.

“Geliniz, iki hususta bana itaat ediniz. Üçüncüsünde ise hayır olmadığını biliniz.”

Yahudîler merakla, “Nedir o hususlar?” diye sordular.

Kinâne, “Müslüman olmanız, Muhammed’in Ashabı arasına katılmanız. Ancak bu suretle, evlâtlarınızı ve mallarınızı emniyet altına almış, selâmete kavuşturmuş olursunuz. Yurdunuzdan yuvanızdan da sürülüp çıkarılmazsınız.”

Bütün bunlara rağmen Yahudîler, “Biz Tevrât’tan ve Musâ’nın ahdinden asla ayrılmayız” diye karşılık verdiler.1

Benî Nadir Yahudîlerinin plânladıkları bu suikast teşebbüsü, onların İslâma ve Müslümanlara dost olmadıklarını ve Peygamberimizle yaptıkları anlaşmaya da sadakat göstermediklerini açıkça ortaya koyuyuyordu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de kendilerine karşı kesin tavır takındı.

Muhammed bin Mesleme’yi huzuruna çağırdı ve ona şu emri verdi:

“Nadiroğulları Yahudîlerine git! Onlara, Resûlullah beni size, ‘Yurdumdan çıkıp gidiniz! Burada benimle birlikte oturmayınız! Siz bana, düşünülmeyecek bir suikast plânı kurdunuz. Size on gün süre tanıyorum. Bu müddetten sonra, buralarda sizden kim görülürse, boynunu vururum’ emrini bildirmek üzere gönderdi, de!”1

Muhammed bin Mesleme (r.a.), Nadiroğulları yurduna vardı. Resûlullahın emrini onlara bildirmeden önce şöyle konuştu:

“Musâ Peygambere Tevrat’ı indirmiş olan Allah aşkına doğru söyleyiniz: Muhammed Peygamber gönderilmeden önce, Tevrat önünüzde iken, size geldiğini ve şu meclisinizde bana Yahudîliği teklif ettiğiniz zaman; ‘Vallahi ben, asla Yahudî olmam’ dediğimi, sizin de buna karşılık; ‘Dinimize girmekten seni alıkoyan şey nedir? Yahudî dininden başka din yoktur. Senin aradığın, istediğin, duyup işittiğin Hanif dininin aynısıdır o. Size gelecek peygamber, hem şeriât sahibidir, hem savaşçıdır. Gözlerinde biraz kırmızılık vardır. Kendisi Yemen tarafından gelecek, deveye binecek, ihrama bürünecek, az etli kemiğe kanaat edecek, kılıcı boynunda asılı bulunacak. Konuştuğu zaman hikmetli konuşacaktır’ dememiş miydiniz?”

Benî Nadir Yahudîleri, “Evet biz bunları sana söylemiştik. Ama geleceğini sana haber verdiğimiz Peygamber bu değildir” diye karşılık verdiler.

Daha sonra Muhammed bin Mesleme, onlara Peygamber Efendimizin emrini bildirdi.

Nadiroğulları Yahudileri giriştikleri suikast teşebbüsünün kendilerine pahalıya mal olduğunu anlamışlardı, ama artık iş işten geçmişti. Verilen emir doğrultusunda hareket etmekten başka bir yol da yoktu. Muhammed bin Mesleme’ye, “Göç ederiz” diyerek hazırlığa başladılar.

Bu sırada baş münafık olan Abdullah bin Übeyy’den kendilerine bir haber geldi. Haberde şöyle deniliyordu: “Sakın mallarınızı ve yurdunuzu bırakıp gitmeyiniz. Kalenizde oturunuz. Gerek kavminden ve gerekse sair Araplardan iki bin kişiyi yardıma göndereceğim. Son nefeslerine kadar saflarınızda çarpışacaklardır. Ayrıca Benî Kurayza Yahudîleri de size yardım edeceklerdir.”1

Benî Nadir Yahudilerinin Küstahça Meydan Okumaları

Münafıkların reisi Abdullah bin Übeyy’in gizlice gönderdiği bu haber üzerine Nadiroğulları göç fikrinden vazgeçtiler. Peygamber Efendimiz de, “Biz yurdumuzdan çıkıp gitmeyeceğiz. Elinden geleni yap” diye adamlarıyla haber gönderdiler.2

Bu açıkça ve küstahça bir meydan okuyuştu.

Peygamber Efendimiz bu haberi alır almaz “Allahü Ekber” diyerek tekbir getirdi. Müslümanlar da Efendimizin tekbirine katıldılar.

Benî Nadir Yahudîlerini böylesine tehlikeli bir maceraya sürükleyenlerin başında Huyey bin Ahtab geliyordu. Bu adam kavmine teselli babında şöyle diyordu:

“Pek çok mal yığdıktan sonra kalemize girer, büyük kapı ve sokakları tutarız. Kalemize taş taşırız. Bir yıl yetecek yiyeceğimiz de var. Kalemizdeki suyumuz da kesilecek değil.”

Yahudî ileri gelenlerinden biri de Sellâm bin Mişkem’di. O, bu fikre karşı çıktı.

“Ey Huyey,” dedi, “vallahi, nefsin seni boş ve faydasız şeylerle aldatıp duruyor, gurur ve kuruntuya düşürüyor. Gel bu işten vazgeç. Vallahi, sen dahil hepimiz biliriz ki: Muhammed Allah’ın Peygamberidir. Onun sıfatları da yanınızdaki kitaplarda vardır. Onu kıskandığımızdan ve son peygamberin Harûnoğullarından çıkmasını ümid ettiğimizden dolayı ona tâbi olmuyoruz. Gel, bize verilen emânı kabul edelim. Yurdumuzdan çıkıp gidelim. Muhammed üzerimize gelirse, bizi bir günde şu kalelerimizde kuşatır.”

Mağrur Huyey fikrinden vazgeçmeye niyetli değildi. “Muhammed, bizi muhasara altına alamaz. Bizi yenmeye imkân bulamadan geri döner gider. Abdullah bin Übey, bana bir çok şeyler va’detti” diye Sellâm’a karşılık verdi.

Sellâm girilen yolun tehlikeli olduğunu biliyordu. İkazını tekrarladı:

“Abdullah bin Übey’in sözü bir şey ifade etmez. O, seni ancak helâk uçurumuna sürüklemek, bizi Muhammed’le harbe tutuşturmak ister. Bizi harbe tutuşturduktan sonra da evine çekilip oturur.”

Huyey bin Ahtab bütün bu ikazlara kulak tıkadı, sonu pişmanlık olan gururunda direnip durdu.1

Nadiroğullarının muhasara altına alınması

Hicretin 4. senesi Rebiülevvel ayı idi. Resûl-i Ekrem Efendimiz Medine’de yerine Abdullah ibni Ümmü Mektum’u bırakıp Nadiroğulları yurduna doğru hareket etti. Sancağı Hz. Ali taşıyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz ikindi namazını Nadiroğullarının bağ ve bahçeleri arasında kıldı. Onları muhasara altına aldı. Nadiroğulları kuvvetli kalelerine sığınmışlardı.

Peygamber Efendimiz onlara emrini bir kez daha tekrarladı:

“Medine’den çıkıp gidiniz.”

Benî Nadir, bu teklifi kabule yanaşmadı, “Ölüm, bize, senin teklif ettiğin şeyden daha kolaydır. Ölümü göze alır teklifini kabul etmeyiz” diyerek âdetâ meydan okudular.

Artık onlarla çarpışmaktan başka bir yol kalmamıştı. Fakat, kuvvetli kalelerine sığındıklarından ve bu kalelerden çıkıp çarpışmayı göze alamadıklarından çarpışmanın bir hayli güç geçeceği muhakkaktı. Bu sebeple Resûl-i Kibriyâ Efendimiz çarpışmayı uygun görmedi. Allah’ın izniyle bir harp planı tatbik etti. En yakın Yahudî ev ve kalelerini yıkma ve hurma ağaçlarını yakıp kesme emrini verdi. Bu hareket, düşmanın kaleden dışarı çıkıp çarpışmasını temin gayesiyle yapılıyordu.

Evlerinin yıkıldığını, hurma ağaçlarının kesilip yakıldığını gören Yahudîler, “Yâ Muhammed! Sen bozgunculuğu, bozup dağıtmayı yasaklar ve yapanları ayıplardın. Şimdi ne diye yaş hurma ağaçlarını kestiriyor ve yaktırıyorsun?”1 diye bağrıştılar.

Ömür dakikalarını bozgunculukla geçirenler, şimdi ağaç kesmenin bozgunculuk olduğundan bahsediyorlardı. Bu bağrışmaları bir takım Müslümanları da tereddüde sevk etti. Bunun üzerine inen âyet-i kerime meseleyi açıklığa kavuşturdu:

“Hurma ağaçlarını kesmeniz de, kesmeyip dikili bırakmanız da Allah’ın izniyledir ve o fâsıkları perişan etmek içindir.”2

Âyet-i kerimenin nazil olmasıyla, Müslümanların tereddüt ve endişeleri giderilmiş oldu.

Bu hâdise ve bu âyet-i kerimeye dayanarak, harp icabı her çeşit yaş ağacın yakılıp kesilmesinin mübâh olduğu âlimlerce belirtilmiştir.3

Muhasara devam ediyordu. Bu esnada başta başmünafık Abdullah bin Übeyy olmak üzere bir çok münafık Benî Nadir Yahudîlerine, “Eğer Müslümanlara karşı direnir ve karşı koyarsanız, biz sizi onlara teslim etmeyiz. Siz çarpışırsanız, biz de sizinle birlikte çarpışırız.

“Siz, yurdunuzdan çıkarılırsanız, biz de sizinle birlikte çıkıp gideceğiz” diye haber gönderdiler.

Benî Nadir Yahudîleri münafıkların bu sözlerine kandılar. Bir müddet daha direndiler.

İşleri güçleri fitne ve fesad olan münafıkların bu hareketleri Kur’an-ı Kerim’de şöyle açıklanmıştır:

“Kitap ehlinden olan kâfir kardeşlerine dediler ki: ‘Yurdunuzdan çıkarılırsanız biz de sizinle beraber çıkarız ve sizin aleyhinizde hiç kimseye asla itaat etmeyiz. Harbe girerseniz mutlaka size yardım ederiz.’ Allah şâhittir ki, onlar yalancıların tâ kendisidir.

“Andolsun ki, yurtlarından çıkarıldıklarında onlarla beraber çıkmazlar. Savaştıklarında da onlara yardım etmezler. Yardım etseler bile arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra da kimseden yardım görmezler.”1

Teslime mecbur olup aman dilemeleri

Muhasaranın on beşinci günüydü. Abdullah bin Übeyy ve diğerlerinin kendilerine vaadettikleri yardımlarının gelmediğini gören Benî Nadir Yahudîleri teslim olmayı kabul edip emân dilediler.

Peygamber Efendimiz kendilerine emân verdi ve hiçbirisinin canına dokunmadı. Silahlarından başka olan mallarından develerine yükleyebildikleri kadar eşya alarak çıkıp gitmelerine müsaade buyurdu.

Bu müsâade üzerine altı yüz deveye yükleyebildikleri kadar mal ve eşyâ yüklediler. Medine’den ayrılacakları sırada sağlam kalmış olan evlerini Müslümanlar oturmasın diye kendi elleriyle yıktılar. Başlarına gelen bu hadiseden dolayı güyâ üzülmediklerini göstermek için, kadınlar en kıymetli elbiselerini giyinmişler, ziynetlerini takınmışlardı. Defler, düdükler çalarak Medine’yi terk ettiler. Bir kısmı Şam, bir kısmı Hayber, diğer bir kısmı ise Yemen tarafına gitti. Bunların sürgünü üzerine münafıklar gizlice matem tuttular.

Benî Nadir Yahudîleri geride bir çok hurmalıklar, ekinler, akarlar, davar, sığır ve at gibi bir çok hayvanlar bıraktılar. Ayrıca arkalarında 50 adet zırh, 50 adet miğfer, 340 kadar da kılıç kaldı.1

Bütün bu mallar, devlet malı olarak doğrudan doğruya Peygamber Efendimize mahsustu. Çünkü, çarpışmasız, at ve deve koşturmaksızın elde edilmişlerdi. Bu mallara fey’ denilmiştir. Fey’, Allah’ın, din düşmanlarından—galebe ile değil, belki sürgün, yahut cizye üzerine sulh olmak suretiyle—Peygamber Efendimize tahsis buyurduğu maldır. Peygamber Efendimiz bu malı dilediği yerlere sarfetmekte hürdü.

Kur’ân-ı Kerim’de bu husus şöyle açıklanır:

“Allah’ın o Yahudîlerden Resûlüne nasip ettiği mala gelince, siz o malları elde etmek için ne at, ne de deve koşturup savaşmadınız. Lâkin Allah Resûlünü dilediğine üstün kılar. Allah herşeye hakkıyla kâdirdir.”2

Medine’nin yerlileri olan Ensar, Muhacirlerin geçimlerini üzerlerine almışlardı. Onları kendi mallarına ortak etmişlerdi. Bu sebeple Muhacirlerin idareleri onların omuzunda bir yük sayılıyordu.

Peygamberimiz, bu ganimet mallarını yalnız Muhacirler arasında bölüştürerek Ensar-ı Kiramın bu yükünü hafifletmek istedi. Bunun için onları çağırdı ve, “İsterseniz Benî Nadir Yahudîlerinin mallarından, Allah’ın bana verdiği malları, sizlerle Muhacirler arasında bölüştüreyim. Eskiden olduğu gibi Muhacirler yine evlerinizde otursunlar ve mallarınızdan faydalanmakta devam etsinler.

“Yok eğer isterseniz, bu malları sadece Muhacir kardeşleriniz arasında bölüştüreyim. Onlar da evlerinizden çıksınlar, mallarınız da size kalsın” diyerek teklifte bulundu.

Medineli Müslümanlar gönülden, “Yâ Resûlallah! Nadiroğulları mallarını Muhacir kardeşlerimiz arasında taksim ediniz. Onlar şimdiye kadar olduğu gibi yine evlerimizde otursunlar. Bizim mallarımızdan da istediğiniz kadarını alıp onlara veriniz” dediler.1

O sırada Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı. Ensar kardeşlerine teşekkür ettikten sonra şöyle dedi: “Allah, sizi hayırla mükâfatlandırsın. Vallahi, bizimle sizin benzeriniz yoktur.”

Peygamber Efendimizde, “Allah’ım! Ensarı ve Ensarın evlâtlarını koru, onlara merhamet et” diyerek duâ etti.2

Medineli Müslümanların bu asil ve civanmert davranışı üzerine, onların medh ve senâsı hakkında şu meâldeki âyet-i kerime nâzil oldu:

“Daha önce Medine’yi yurt edinmiş ve îmânı kalblerinde yerleştirmiş olanlara gelince: Onlar, kendi yurtlarına hicret eden din kardeşlerini severler, onlara verilen şeyden dolayı gönüllerinde bir kıskançlık duymazlar ve kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendi nefislerine tercih ederler.3 Kim nefsinin ihtirasından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir.”4

Medine-i Münevverenin yerlileri olan Ensar-ı Kiram bu davranışlarıyla hem Resûlullah Efendimizin hoşnutluğunu, hem de Cenâb-ı Hakkın rızasını kazanmış oldular.

Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz de Nadiroğullarından kalan ganimet mallarını Cenâb-ı Hakkın da âyet-i kerimesinde tavsiye buyurduğu gibi,1 yalnız Muhacirlere taksim etti. Bu surette onları Ensarın yardımına ihtiyaç duymayacak hale getirdi.

Peygamber Efendimiz, Muhacirlerin haricinde, Ensardan Ebû Dücâne ile Süheyl bin Hüneyf’e de (r.a.) çok fazla fakir olduklarından dolayı bazı şeyler verdi.2

* * *

Zâtürrika Gazâsı

Hicretin 4. senesi, Cemâziyelevvel ayı. Milâdî, 625.

Benî Nadir Yahudîlerinin Medine’den sürgün edilmelerinden iki ay sonraydı. Enmar ve Salebeoğulları kabilelerinin Müslümanlarla çarpışmak üzere toplanmış oldukları haberi Medine’ye ulaştı.

Peygamber Efendimiz, derhal hazırlanarak, 400 (veya 700) mücahidle Medine’den yola çıktı. Zatürrikâ mevkiine kadar ilerleyip orada karargâhını kurdu. Müşrikler mücahidlerle çarpışmayı göze alamadıklarından dağ başlarına çekilmişlerdi. Geride sadece bir kadın kalmıştı. O da esir edildi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bir müddet burada bekledi. Öğle namazı girince de müşriklerin saldırısından duydukları endişe sebebiyle salât-ı havf, yani korku halinde namaz kıldılar. Bu namazın kılınış şekli Nisâ Sûresinin 101-102 âyetlerinde tarif edilmiştir.

En tehlikeli anlarda bile Resûl-i Kibriyâ Efendimizin cemaatla namazlarını edâ edişi, bizi cemaatla namazın ne derece büyük bir ehemmiyete haiz olduğunu gösterir. Kâinatın îmândan sonra en mühim hakikatı olan namaz, muhârebe esnâsında bile ihmal edilmemesi gerekirse, sâir zamanlarda elbette ki, hiç bir şekilde ihmal edilmemelidir.

Bir mu’cize

Zâtürrika seferi esnasında idi. Ashabdan Ulbe bin Zeyd, üç adet devekuşu yumurtası bulup getirdi.

Resûl-i Ekrem, “Ey Cabir! Bunları, al pişir” diye emretti.

Hz. Cabir, yumurtaları bir çanak içinde pişirip getirdi.

Peygamber Efendimizle mücahidler o üç yumurtadan doyuncaya kadar yedikleri halde, yumurtaların çanakta olduğu gibi durduğunu gördüler.1

Yine bu gazâ esnasında idi. Sahabînin biri, bir kuş yavrusu bulup getirdi. Anası veya babası, yavruyu kurtarmak için canını feda edercesine onu elinde tutan Sahabînin avuçlarının içine atılıveriyordu. Bu duruma Sahabîler hayretler içinde bakarken, Resûl-i Ekrem ise şu ibret dersini verdi:

“Siz elinizde tuttuğunuz şu kuş yavrusu için, anne kuşun kendisini avucunuza atmasına mı hayret ediyorsunuz?

“Vallahi Rabbinizin, size olan merhamet ve şefkatı şu kuşun yavrusuna olan şefkat ve merhametinden çok daha fazladır.”2

Peygamber Efendimiz, mücahidlerle birlikte Zâtürrika’dan ayrılmış Medine’ye doğru geliyordu. Harre mevkiine gelindiğinde, bir devenin koşarak Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına varıp tahiyye-i ikrâm nevinden çöktüğü ve boynunu öne doğru uzatıp onunla konuştuğu görüldü. Mücahidler hayretler içinde bakınırken, Peygamber Efendimiz, “Bu deve ne söylüyor biliyor musunuz?” dedikten sonra şöyle buyurdu.

“Bu deve sahibinin zulmünden bana şikâyet ediyor: Kendisini senelerdir çalıştırdığını, şimdi ise boğazlamak istediğini söylüyor.”

Arkasından Cabir bin Abdullah’a devenin sahibini bulup kendisine getirmesini emretti.

Hz. Câbir, “Yâ Resûlallah! Devenin sahibini tanımıyorum” deyince aldığı cevap şu oldu: “Deve seni sahibine götürür.”

Gerçekten de, deve, Peygamberimizden emir almış gibi, Hz. Câbir’in önüne düştü ve onu sahibine götürdü.

Hz. Câbir der ki:

“Ben de deve sahibini alıp Resûlullahın yanına getirdim. Resûlullah onunla deve hakkında konuştu ve ‘Devenin söyledikleri doğru mu?’ diye sordu.

“Deve sahibi, ‘Evet, yâ Resûlallah’ dedi.”1

Bu sefere iştirâk edenlerin hepsi piyade olup, çıplak ayakları taştan, dikenden parçalanmış ve tırnakları dökülmüş olduğundan, ayaklarını bez parçalarıyla bağlamış olmaları sebebiyle bu gazâya “Zâtürrikâ” adı verildiği de kaynaklarda belirtilmiştir. Zira, Rika, ruka’nın çoğuludur. Ruka’ ise elbise yırtığına vurulan bez parçasıdır ki, yama demektir.

Ebû Musâ’l-Eş’arî bu hususta şöyle der:

“Resûlullah (a.s.m.) ile bir gazâya çıktık. Sadece bir devemiz vardı. Nöbetleşe biniyorduk. Artık ayaklarımız delinmişti. Benim de iki ayağım delinmiş, tırnaklarım dökülmüştü. Bunun için ayaklarımıza bez parçası sarıyorduk. Ayaklarımıza bu suretle bez parçası sardığımız için bu sefere Zâtürrika’ gazâsı denildi.”2

* * *

Resûl-i Ekrem’in Bereket Mu’cizesi

Ensardan Hz. Câbir’in babası Abdullah bin Amr bin Haram Uhud’da şehid düşmüştü. Geride altı yetim kız çocuğunu ve bir hayli de borç bırakmıştı. Borç sahipleri de, Yahudîler idi.

Abdullah bin Amr’ın, içinde çeşitli hurma ağaçları bulunan iki bahçesi vardı. Fakat, bunların da mahsulü borçlarını karşılayacak miktarda değildi. Sadece bir tek Yahudiye borcu, otuz deve yükü hurma idi.

Hurma mevsimi girince, Yahudîler alacaklarını ısrarla istemeye ve Hz. Câbir’i sıkıştırmaya başladılar.

Hz. Câbir, onlara hurma bahçesinin bütün mahsûlünü vermeyi teklif ettiği halde kabul etmediler.

Bunun üzerine Hz. Câbir, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna vararak, “Yâ Resûlallah! Biliyorsunuz ki, babam, Abdullah Uhud günü şehid düştü. Geride bir çok borç bıraktı.

“Alacaklılara, hurma bahçesinin bütün mahsûlünü vermeyi teklif ettiğim halde, kabul etmediler” dedi ve bu hususta kendisine şefâatçı ve yardımcı olmasını diledi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz de, Abdullah bin Amr bin Haram’ın borcuna karşılık hurma bahçesinin bütün mahsûlünü almalarını ve borcunu silmelerini alacaklılara teklif ettiyse de, yanaşmadılar.

Alacaklılar, Resûl-i Ekrem Efendimizin, “Borcun bir kısmını bu yıl, kalanını da gelecek yıl alınız” teklifini de kabul etmediler.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Hz. Câbir’e, “Sen git, ben yarın kuşluk vakti yanına gelirim” dedi.

Ertesi günü Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’i yanına alarak Hz. Câbir’in hurma bahçesine gitti. Ona, “Git hurmanı topla ve tasnif et! İyi cins olanı bir boy, diğerlerini de bir boy yaptıktan sonra bana haber ver!” buyurdu.

Hz. Câbir, derhal emri yerine getirdi ve gelip durumu Server-i Kâinat Efendimize arzetti. Hz. Câbir alacaklıları da çağırmıştı. Onlar, Peygamber Efendimizi görünce, isteklerini tekrarlamaya başladılar.

Resûl-i Kibriyâ Hazretleri, hurma öbeklerinden en büyüğünün çevresini üç kere dolaşıp duâ ettikten sonra, Hz. Câbir’e, “Şu alacaklıları yanıma çağır” dedi.

Alacaklılar geldi. Borçlarına karşılık kendilerine hurma yığınından ölçülüp ölçülüp verilmeye başlandı. Borç tamamıyla ödendi.

Hz. Câbir (r.a.) müşâhedesini şöyle anlatır:

“Tek, Allah babamın borcunu ödesin de, vallahi ben, kızkardeşlerimin yanına bir hurma tanesi ile dönüp gitmeye bile razı idim.

“Halbuki Resûlullah, ondan bütün alacaklılara hurma verdiği halde, bir hurma bile eksilmediğini gördüm.”1

Borç sahipleri olan Yahudîler de, bu hâdiseden çok taâccüp edip hayrette kaldılar.

Bu, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin apaçık bir mucîzesiydi!

* * *

Bedrü’l-Mev’id Gazâsı

Hicretin 4. senesi, Şaban ayı. (Mîlâdî 626.) Daha önce bahsi geçtiği gibi, Ebû Süfyan Uhud’dan dönüp giderken Müslümanlara, “Sizinle gelecek sene Bedir’de buluşalım” demiş, Hz. Ömer de Resûlullahın emriyle, “Olur! İnşaâllah orası bizimle sizin çarpışma yeriniz olsun” cevabını vermişti.1

Uhud Muhaberesinin üzerinden bir sene geçmişti. Resûl-i Ekrem, verdiği sözünü yerine getirmek için harp hazırlıklarına başladı.

Öte yandan Kureyş’in reisi Ebû Süfyân da harp hazırlıklarını sürdürüyordu. Fakat, o sene Mekke’de büyük bir kuraklık ve kıtlık hâkimdi. Bu sebeple Ebû Süfyan, halkı teşvik etmesine rağmen, kendisi harbe pek niyetli değildi.

Bedir’e gitme kararından vazgeçmek arzusunda olan Ebû Süfyan, Peygamberimizin de Müslümanlarla oraya gelmesine mani olmak istiyor, bunu nasıl başarabileceğinin yollarını araştırıyordu.

O sırada henüz Müslüman olmamış Nuaym bin Mes’ud ile Mekke’de karşılaştı. Nuaym, Mekke’ye umre yapmak maksadı ile gelmişti.

Ebû Süfyan, “Ey Nuaym!” dedi, “Ben Muhammed’le Ashabına Bedir’de buluşalım, çarpışalım, diye söz vermiştim. Vakit gelip çattı.

“Halbuki bu yıl, bizde kıtlık ve kuraklık hakimdir. Böyle bir yıl işimize gelmez.

“Onun için bu yıl Muhammed’le karşılaşmak istemiyoruz. Karşılaşmamız ise, onun cesaretini arttıracaktır” deyip niyet ve endişesini dile getirdikten sonra, Nuaym’e teklifini şöylece yaptı:

“Sen, hemen Medine’ye dön! Benim, karşı konulmayacak kadar kuvvet topladığımı bildir ve onları Bedir’de bizimle çarpışmaktan vazgeçir. Bu işi becerirsen, sana yetmiş yetişkin deve veririz.”1

Nuaym, derhal Medine’ye döndü. Va’dedilen mükâfata konmak için Mekkeli müşrikler lehinde kesin bir propagandaya girişti. Kureyşlilerin karşısına çıkılmayacak kadar güçlü bir ordu hazırlamış olduklarını söyleyip durdu. Münafıkların da bu yolda olanca gayretlerini ortaya koymalarıyla Müslümanlarda müşriklere karşı savaşma konusunda bir gevşeklik meydana geldi. Yahudîlerle münafıklar bu duruma son derece sevindiler. “Muhammed, artık şu Müslüman topluluktan kimseyi bu niyetinden vazgeçiremez” diyerek küstahça sevinçlerini izhâr ettiler.

Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer, durumu derhal Peygamberimize bildirdiler.

Resûl-i Ekrem Efendimizin kararı kesindi:

“Varlığım, kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; va’dedilen yere Medine’den hiç kimse gitmek için çıkmazsa bile, ben tek başıma oraya çıkar giderim” dedi.2

Cesaret dolu bu kararlı sözler, Müslümanların kalbinde şimşekler gibi çaktı. Allah’ın da yardımıyla, yüreklerine düşen korku ve tereddüdü bir çırpıda yok etti.

Resûl-i Ekrem, yerine Abdullah bin Revaha’yı vekil bırakarak 1500 mücahidle Medine’den ayrıldı. Sancağı Hz. Ali taşıyordu. Orduda sadece on atlı vardı.3

Mücahidler, ayrıca beraberindeki malları da götürüyorlardı. Çünkü gidecekleri yerde, Araplar her sene bir ticaret pazarı, bir panayır kurarlardı. Sefere çıkışları da zaman bakımından panayır mevsimine rastlıyordu. Eğer düşman gelirse onunla çarpışacaklardı. Şayet gelmezse, ticaretlerini yapmış olacaklardı.

Peygamber Efendimiz, ordusuyla Bedir’e gelip beklemeye başladı. Fakat, düşman kuvvetleri görünürde yoktu.

Zira, hazırlıklarını tamamlayıp Mekke’den çıkan Ebû Süfyan kumandasındaki 2000 kişilik müşrik ordusu, ancak Mecinne denilen nâhiyeye kadar gelebilmiş, oradan ileriye tek adım atabilme cesaretini gösterememiş ve Müslümanlarla çarpışmayı, sayıca fazla oldukları halde göze alamadıklarından Mekke’ye geri dönmüşlerdi.

Hz. Resûlullah, mücahidlerle Bedir’de sekiz gece bekledi. Ticaret pazarına gelen Arap kabileleri, Müslümanların güç ve kuvvetlerini koruduklarını, cesaret ve ümitlerini bir kere daha gördüler; nazarlarında Kureyş’in itibarı da böylece kırıldı.

Mücahidler, düşmanın gelmediğini görünce, panayırda alış veriş yapıp kat kat kâr ettiler. Sekiz gecelik bekleyişten sonra Peygamber Efendimiz, mücahidlerle birlikte sevinç ve ferah içinde Medine’ye döndü.

Bu gazânın diğer bir adı Küçük Bedir’dir.

* * *

Peygamberimizin Hz. Ümmü Seleme ile Evlenmesi

Asıl ismi Hind olan Hz. Ümmü Seleme, Mahzumoğulları Kabilesinden Ümeyye bin Muğire’nin kızı idi. Kocası Abdullah bin Abdü’l-Esed, İslâmiyeti kabul etmesinden dolayı müşriklerin ezâ ve cefâsına maruz kalınca, Habeşistan’a hicret etmişti. Bir çok Kureyşlinin Müslüman olduğu söylentisi üzerine Mekke’ye dönmüş, ancak haberin asılsız olduğunu öğrenince, binbir güçlükle bu sefer Medine’ye göç etmişti. Habeş ülkesine her iki hicrette de Hz. Ümmü Seleme kocasıyla birlikte bulunmuştu.

Kocası, Uhud Harbinde yaralanması sonucu hicretin dördüncü yılının Cemaziyelâhir ayı sonuna doğru vefât edince, dört çocuğu ile Hz. Ümmü Seleme dul kalmıştı.

Hz. Ümmü Seleme, vefâtından biraz önce kocasına, “Duyduğuma göre; Cennetlik kocası ölen Cennetlik bir kadın, sonradan başka birisiyle evlenmezse, muhakkak Allah onu Cennette kocasıyla bir araya getirecektir.

“Aynı şekilde; Cennetlik karısı ölen, Cennetlik bir koca, sonradan başka birisiyle evlenmezse, muhakkak Allah, onu da Cennette karısıyla bir araya getirecektir” dedikten sonra şu teklifi yapmıştı:

“O halde gel, seninle sözleşelim. Ne sen benden sonra evlen, ne de ben, senden sonra evleneyim!”

Fakat, Ebû Seleme bu teklifi kabul etmemiş ve, “Sen benim sözümü dinle; ben öldüğüm zaman sen evlen” demişti.

Sonra da şu duâyı yapmıştı:

“Allah’ım! Ümmü Seleme’ye, benden sonra, benden daha hayırlı, onu hor görmeyecek, incitmeyecek bir koca nasib et!”1

Peygamberimizin, Ümmü Seleme ile konuşması

Hz. Ümmü Seleme, daha önce Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’den gelen evlenme tekliflerini kabul etmemişti. Daha sonra, Peygamber Efendimiz, onu ve yetim çocuklarını himâyesi altına almak için Ümmü Seleme’ye evlenme teklifinde bulundu. Hz. Ümmü Seleme mâzur görülmesini istedi, “Ben hem yaşlı, hem de kıskanç bir kadınım. Aynı zamanda çoluk çocukluyum. Şahid olarak da velilerimden yanımda hiç kimse yoktur” dedi.

Teklifine bu cevabı veren Hz. Ümmü Seleme’ye bu sefer Peygamber Efendimiz gitti ve evlenme teklifini bizzat tekrarladı. Sonra da şöyle konuştu:

“Yaşlı bir kadın olduğunu söylüyorsun. Halbuki, bir kadına kendisinden daha yaşlı bir erkekle evlenmesi ayıp değildir.

“Yetimlerin annesi olduğunu söyledin. Bunu bil ki, onların geçimleri Allah ve Resûlüne âittir.

“Kıskanç bir kadınım diyorsun. Bunun da senden izâlesi için Allah’a duâ ederim.

“Yanında velilerinden kimsenin bulunmadığını söylüyorsun. Onlardan hazır bulunan veya bulunmayanlardan bana razı olmayacak hiçbir kimse yoktur.”

Bunun üzerine Ümmü Seleme yanında bulunan oğluna dönerek, “Kalk yâ Ömer, Resûlullaha beni nikâhla”2 dedi.

Böylece Cenâb-ı Hak, Ebû Seleme’nin vefâtından önce “Allahım, Ümmü Seleme’ye benden sonra daha hayırlı, onu hor görmeyecek, incitmeyecek bir koca nasib et”3 duâsını kabul buyurmuş ve Ümmü Seleme’ye insanların en hayırlısına hanım olmayı nasib etmiş oluyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimizle evlendiğinde 44 yaşında bulunan Hz. Ümmü Seleme, Hicretin 59. senesinde 84 yaşında iken vefat etti. Cenaze namazını Ebû Hüreyre (r.a.) kıldırdı ve Bakî Mezarlığına defnedildi.1

Okuma bilen, fakat yazmayı öğrenemeyen Hz. Ümmü Seleme fıkhı iyi bilenler arasında yer alıyordu. Resûl-i Ekrem Efendimizden rivâyet ettiği hadis sayısı 378’dir.

* * *

Hicrî Dördüncü Senenin Diğer Mühim Hãdiseleri

İçki haram kılındı

İçki, hicretin dördüncü yılında, Benî Nadir Yahudîlerinin yurtlarında sürgün edip çıkarıldıkları sırada haram kılınıp yasaklandı.

İçki üç safhada inen âyetlerle haram kılındı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz Medine’ye teşrif ettikleri zaman Müslümanlar arasında da içki içiliyor, kumar oynanıyordu.

Peygamber Efendimiz gelince, ondan içkinin ve kumarın hükmünü sordular. O sırada Hz. Ömer de, “Yâ Rabbi! İçki hakkında bize, açık ve kesin bir beyânda bulun” diye duâ etti.

Bir müddet sonra, “Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar: De ki; ‘Onlarda büyük günâh ve hem insanlar için bazı faydalar vardır. Fakat günahları, faydalarından daha büyüktür…”1 meâlindeki âyet-i kerime nazil oldu.

Bunun üzerine Müslümanlardan bir kısmı zararından dolayı içkiyi bıraktı, bir kısmı ise içmeye devam etti.

Ancak, içenler arasında bu arada bazı nâhoş durumlar meydana geldi. Hatta Ashabdan biri, akşam namazını kıldırırken, kıraâtı yanlış ve ters mânâ çıkacak şekilde karıştırdı.

Hz. Ömer tekrar, “Allah’ım, içki hakkında bize açık ve kesin bir beyânda bulun” diye duâ etti.

Çok geçmeden şu âyet-i kerime nazil oldu:

“Ey îmân edenler! Sarhoş olduğunuz zaman ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüp olduğunuz zaman da eğer yolcu değilseniz, gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın.”1

Bu da yasağın ikinci safhasını teşkil ediyordu.

Bu âna kadar Müslümanlar arasında da bir hayli içki içen vardı. Bunun üzerine Müslümanlar, “Yâ Resûlallah, biz, namaz vakti yaklaşınca içki içmeyiz” dediler.

Peygamber Efendimiz, onlara cevap vermeyip sustu.

Namaz kılınacağı zaman da Resûl-i Kibriyâ Efendimizin emriyle “Hiçbir sarhoş namaza yaklaşmasın” diye nidâ edilirdi.

Buna rağmen Müslümanın biri akşamleyin içki içip namaza geldi.

Hz. Ömer tekrar, “Allah’ım, içki hakkında bize açık ve kesin bir beyânda bulun” diye duâ etti. O zaman da şu âyet-i kerime nâzil oldu:

“Ey îmân edenler! İçki, kumar, putlar ve kısmet çekilen fal okları hep şeytanın işinden birer pisliktir; ondan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.

“Şüphesiz şeytan, içki ve kumarla, aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz, değil mi?”2

Bundan sonra Müslümanlar, “Artık içkiden, kumardan vazgeçtik Rabbimiz” dediler.

Bu da içki yasağının üçüncü safhasıydı. Ve, böylece içki bütün Müslümanlara haram kılınıyordu.

Bu âyetlerin nâzil olması üzerine Peygamberimizin emriyle tellal, “Haberiniz olsun ki; içki haram kılınmıştır” diyerek Medine sokaklarından nidâ etti.

Bu emri duyan Müslümanlar evlerinde bulunan bütün içkileri derhal döktüler. Dökülen içkiler, Medine sokaklarından sel gibi aktı.

Konu ile ilgili bir kaç hadîsi de nakledelim:

“Muhakkak ki Allah, içkiye, onu yapana, yapılan yere, onu içene, içirene, taşıyana, taşıtana, satana, satın alana, onun bedelini ve kazancını yiyene lânet etmiştir.”1

“Her sarhoş edici şey içkidir ve her sarhoş edici içki haramdır.

“Kim dünyada devamlı içki içer ve tevbe etmeden ölürse, âhirette o kimse, âhiret şerbeti içemez!”2

“İçkiden uzak durunuz! Çünkü, o, her kötülüğün anahtarıdır.”3

“İçki, bütün murdarlıkların, kötülüklerin anasıdır.”4

“Çoğu sarhoş edenin, azı da haramdır.”5

Ezvâc-ı Tahirattan Hz. Zeynep bint-i Huzeyme vefât etti

Peygamberimizin zevcesi Hz. Zeynep, İslâmiyetten önceki devirde, yoksul ve muhtaçlara çok acıdığı, şefkat ve merhametli davrandığı, onlara devamlı yemekler yedirdiği ve sadakalar verdiği için “Ümmü’l-Mesakîn (Miskinler, Düşkünler Annesi)” diye bilinir ve yâd edilirdi. Resûl-i Kibriyâ Efendimizle evliliği Hicretin üçüncü yılı Ramazan ayında olmuştu. Hicretin bu dördüncü yılı Rebiülâhir ayı sonunda ise otuz yaşında iken vefat etti.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, namazını kıldırdıktan sonra onu, Baki kabristanına defnetti. Efendimizin hayatında Hz. Hatice-i Kübrâ ile Hz. Zeynep’ten başka zevcesi vefât etmemiştir!

Hz. Ali’nin vâlidesi Fâtıma Hâtun vefât etti

Fâtıma bint-i Esed, Nebiyy-i Muhterem Efendimizin amcası Ebû Talib’in zevcesi idi. İlk sıralarda Müslüman olmuş ve Medine’ye hicret etmişti. Peygamber Efendimize çocukluğunda büyük hizmetlerde bulunmuştu. Onu çocuklarından daha çok sever ve ihtimam gösterirdi. Peygamber Efendimiz de her zaman onu saygıyla anar, halini, hatırını sorar, onu ziyaret ederdi.

İşte yüksek ahlâk sahibi bu İslâm kadını, hicretin bu dördüncü yılında Medine’de hakkın rahmetine kavuştu. Resûl-i Ekrem Efendimiz ona olan sevgi ve saygısını, “Bugün annem, vefât etti” diyerek izhar etmiştir.

Hz. Ali (r.a.), “Annem Fâtıma binti Esed vefât ettiği zaman Resûlullah (a.s.m.), kendi gömleğini sırtından çıkarıp ona kefen olarak sardırdı ve cenaze namazını kıldırdı” demiştir.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bu mübârek ve muhterem kadının kabrine de indi ve bir müddet kabrin içinde uzandı. Sonra kabirden çıktı. Gözleri yaşlarla doluydu.

Müslümanlar, “Yâ Resûlallah,” dediler, “biz, senin buna yapmış olduğun şeyi, başkasına yaptığını görmemiştik?”

Nebiyy-i Muhterem Efendimiz şu cevabı verdi:

“Ebû Talib’den sonra bu kadıncağız kadar bana iyiliği dokunan bir başka kimse olmamıştır. Ona, Cennet elbiselerinden giydirilsin diye gömleğimi kefen olarak giydirdim! Kabir hayatı, kendisine mülayim ve kolay gelsin diye de kabirde yanına uzandım.”1

Bundan sonra da Resûl-i Zişan Efendimiz şu duâyı yaptı:

“Allah sana merhamet etsin ve hayırla mükafatlandırsın.

“Allah sana rahmet etsin, ey annem!

“Sen, benim annemden sonra annem idin.

“Kendin aç durur, beni doyururdun.

“Kendin giymez, beni giydirirdin.

“En iyi nimetlerden nefsini alıkoyar, bana tattırırdın. Bunu da ancak Allah rızâsını ve âhiret yurdunu umarak yapardın.

“Allah ki, diriltendir, öldürendir. Hayy ve Kayyumdur, O.

“Allah’ım! Annem Fâtıma bint-i Esed’i af ve mağfiret et.

“Ona hüccet ve delilini anlat! Kabrini genişlet.

“Ben Resûlünün ve benden önceki peygamberlerinin hakkı için, duâmı kabul buyur, ey merhametlilerin en merhametlisi olan Yüce Allah!”

Peygamberimizin torunu Hz. Hüseyin dünyaya geldi

Hicretin dördüncü yılı Şaban ayında Resûl-i Ekrem Efendimizin torunu, Hz. Ali’nin ikinci oğlu Hz. Hüseyin Hz. Fâtıma’dan dünyaya geldi.

Doğumunun yedinci gününde Peygamber Efendimiz bu nur topu torunu için akika kurbanı olarak iki koç kestirdi. Kulağına ezan okuyup ismini koydu ve saçını kestirdi.

Torunu Hz. Hasan gibi, Hz. Hüseyin de Nebiyy-i Muhterem Efendimize benzerdi. Bu her iki torunu için Efendimiz: “Allah’ım! Ben, bunları seviyorum. Sen de sev bunları”1 diyerek duâ etmiştir.

Birgün Ebû Eyyûbi’l-Ensarî (r.a.), Resûl-i Kibriyâ Efendimizin huzuruna girdiğinde onun Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’le oynadığını gördü, “Yâ Resûlallah, sen onları çok mu seviyorsun?” diye sorunca Peygamber Efendimiz şu karşılığı vermişti:

“Nasıl sevmiyeyim ki? Bunlar, benim dünyada kokladığım iki Reyhânımdır.”1

Zeyd bin Sâbit Arap, İbrani ve Süryani yazısını öğrendi

Zeyd bin Sabit (r.a.), Hicretten önce Evs ve Hazreç kabileleri arasında Buas günü vuku bulan çarpışmalarda babasının ölmesiyle yetim kalmıştı. O sırada altı yaşında idi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Bedir’de esir alınan Kureyş müşriklerinden malî durumu kurtuluş fidyesi ödemeye müsait olmayan herbirisinin, Ensar çocuklarından on çocuğa iyice okuma yazma öğrettiği takdirde serbest bırakılacaklarını birdirmişti. İşte Zeyd bin Sabit de, o zaman okuma yazma öğrenmiş olan Ensar çocuklarındandı.

Hz. Zeyd bin Sabit, son derece zeki idi. Hicretin bu dördüncü senesinde Peygamber Efendimiz, kendisine Yahudî yazısını, yani İbraniceyi öğrenmesini emretti ve, “Ben yazılarımı, onların değiştirmeyeceklerinden emin değilim”2 buyurdu.

Bunun üzerine Hz. Zeyd, 15 gün içinde İbraniceyi öğrendi, hatta onda maharet sahibi oldu. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bundan sonra Yahudîlere birşey yazacağı zaman, onu Hz. Zeyd’e yazdırır, Yahudîlerden gelen yazıları da ona okuturdu.3

Yine birgün Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Zeyd’e, “Süryaniceyi güzelce okuyup yazabilir misin? Çünkü bana, Süryanice yazılar geliyor” dedi.

Hz. Zeyd cevaben, “Hayır, iyi okuyup, yazamam” deyince, Peygamber Efendimiz:

“O halde sen onu iyice öğren” buyurdu.

Bu emir, üzerine Hz. Zeyd bin Sâbit 17 günde de Süryaniceyi öğrendi.1

Hz. Osman’ın oğlu Abdullah vefât etti

Hz. Osman, Habeşistan’a hanımı Hz. Rukiyye ile birlikte hicret etmişti. Orada bir çocukları dünyaya gelmiş ve ismini Abdullah koymuşlardı.

Abdullah, altı yaşında bulunduğu sırada bir horoz yüzünü gözünü gagaladı. Yüzü gözü şişti. Fenâ halde hastalandı. Bu hastalıktan kurtulamayarak da hicretin dördüncü senesi Cemaziyelevvel ayında vefât etti.

Bu torununun cenaze namazını bizzat Peygamber Efendimiz kıldırdı. Kabrine ise, babası Hz. Osman indirdi.2

Abdullah’ın mezar taşını diken Resûl-i Kibriyâ Efendimizin gözlerinden yaşlar döküldü. Şöyle buyurdular:

“Allah Taâla, kullarından, merhametli ve yufka yürekli olanlara rahmet eder!”3

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu